İki yılı aşan Akıncı-Anastasiadis sürecinde kriz anlarının aslında konuların içeriğinden çok sürecin tanımı, takvimi ve yöntemi konularında yaşandığını hepimiz hatırlarız.
Yaşananların hepsi aslında Kıbrıs Sorunu’nun özü olan garantörlük ve güç paylaşımı konularında pozisyon almak içindi -ki bugünlerde yaşadıklarımız da bunu doğruluyor.
Kısacası iki yıl boyunca yaşanan tüm bu dolaylı krizler bugün masaya daha avantajlı oturmak içindi.
Tabi iki taraf da bu esas raund için pozisyon almaya o kadar odaklandılar ki, süreç içinde hepimizin damağında o zivaniyanın aroması uçtu, sadece acılığı kaldı çoğunlukla.
…
Şimdi ise nerdeyse 60. yılında garanti sisteminin tekrardan konuşulmaya çalışıldığı günlerdeyiz.
Crans Montana’nın ilk günlerinde bizim basın tarafından yere göğe sığdırılamayan Türkiye’nin asker azaltma önerisi geldi. Mevcut garanti sistemini Kıbrıslı Rumların hassasiyetlerine yönelik revize edeceğini önceden defalarca tekrarlayan Türk tarafı, garanti pazarlığının başlangıç parametresi olarak defakto durumu alınca, Rumların bakışaçısıyla adeta Michael Jackson’un Moonwalk’u gibi ileri adım atıp geri giden bir manevrayla başladı zirveye.
Garanti sisteminde elle tutulur bir değişiklik görmeden adım atsa Kıbrıs’a geri dönemeyeceğini bilen Anastasiadis de pozisyonunu yerinden çok fazla oynatmadı.
Sıkıntı ise aslında bunların hiçbiri değil.
…
Kıbrıs müzakerelerinin, üstelik frekansı bu kadar uyan iki lider ile başlarda olduğu gibi ortak akıl zemini oluşturmak yerine, haldeki koyun pazarlığı edasında satıcının biraz düşüp, alıcının biraz çıktığı yıllarca denenmiş yöntem ile çözülmeye çalışmasına alıştık zaten. Tek umudumuz özünde iki liderin de çözümü istiyor oluşu, İsrail-Kıbrıs-Yunanistan hatlarının pahalı oluşu ve birkaç küresel sebep daha.
O yüzden aslında metodoloji, çözümün olup olmayacağını değil, daha çok o çözümden tarafların ne koparacağını ve nasıl daha efektif bir çözüm bulunabileceğini etkiliyor. Çözümün olup olmayacağını belirleyen toplumların kıvama ulaşmasının yanısıra küresel etkenler.
Ki aslında toplumları kıvama getirenin de küresel etkenler olduğunu söylesek çok karşı çıkan olmaz.
O yüzden şimdi bu gereksiz tartışmalarla gözleri yormak anlamsız olur.
Burada önemli olan konu güvenlik konusu ile garantileri bire bir örtüştürme ısrarıdır ki bu Türkiye’nin bölgesel pozisyonunun gereğidir.
Malesef bizler hala daha güvenlik sorunlarımızın ne olduğu, gelecekte neler olabileceği ve hangi önlemlerin daha efektif rol alabileceğini hiçbir düzeyde masaya yatırıldığına şahit olmadık.
Burada amaç ise garanti sistemi öyle olsun böyle olsun değil, rasyonel bir biçimde güvenlik sorununun ele alınması için iki kelamdır.
…
Kıbrıslı Türklerin olası bir çözümle ilgili belirli .güvenlik hassasiyeti taşıması meşru ve anlaşılırdır. Geçmişte yaşanan çatışma ortamının bugünün Kıbrıs’ında yaşanma ihtimalinin olup olmadığı ise bambaşka bir konudur.
Kıbrıs Rum yönetiminin de ufak kriminal vakaların çözümünde bile isteksiz tavrı bu hassasiyeti daha da artırdığı da ortadadır. Kaldı ki iki tarafın eşit derecede fanatikleri de çözümün ertesi günü boş durmama olasılığı da cebimizdedir.
Güvenlik konusunun ele alınmasındaki temel eksiklilkler de aslında tam da bu noktadan doğmaktadır.
Müzakerelerin başından beri, eğer gerçekten Kıbrıslı Türklerin güvenliğini önemseyen bir bakış açısı varsa idi bunun için yapılacak şey çok açıktı:
Son dönemde Güvenlik Diyaloğu İnisiyatifi’nin yapmış olduğuna benzer, akademik düzeyde insanların korkularını, bu korkuların kaynaklarını ve çözüm modellerini ortaya koyacak çok kapsamlı bir alan araştırması ile desteklenen doğru bir analiz ve tabi bunu siyasete dönüştürme.
Öyle ‘x’ ülkenin garantörlüğüne nasıl bakıyorsunuz sorularına indirgenen bir çalışma değil yani.
Bu çalışmaya dek, benzer düzeyde bir girişimi ne duyduk ne gördük.
…
Unutmamak lazım ki çözüm ile ilgili kaygı hisleri tek bir türden değildir. Ama buna rağmen enteresan bir biçimde insanlarımız kaygılarını benzer bir şekilde tanımlamaktadır.
Daha basit anlatacak olursak;
Kimisi kendi yaşanmışlıklarından dolayı gerçek bir güvenlik kaygısı duymakta, kimisi bir Kıbrıslı Rum ile olumsuz bir yaşanmışlığı olmamasına rağmen öğretilmiş bir güvensizlik yaşamaktadır.
Kimisinin toplumsal kimliğimizi kaybedeceğimize dair bir endişesi varken, kimisi sosyal ya da ekonomik statüsünü kaybedeceğine, belki bir iş insanı ise oluşacak rekabet koşullarına kendini hazır hissetmiyor oluşundan tedirginlik duymaktadır.
Ya da oturduğu evi, ektiği bahçeyi kaybetme korkusu hissediyordur…
Ama iş bu korkularını tanımlamaya gelince genel eğilim toplumlararası çatışma dönemine atıfta bulunarak yine benzer şeylerin yaşanabileceğine dair kaygılar ortaya koymak oluyor ; adanın iki yarısında da güncel ve günlük hayata dair korkular geçmişin travmatik penceresinden yorumlanıp dillendiriliyor.
Aslında kaygılar bazen farklı olsa da tanımlanırken aynılaşıyor.
Yani şimdiye kadar mesela kimsenin “ben yıllardır yozlaşmış düzenden beslendim ve bunun değişmesinden korkuyorum” dediğini duymadık.
Ama bu korku gerçek bir korkudur.
Ve her türlü korku, yıllarca tarih kitaplarının, ana akım siyasetin ve medyanın işaret ettiği gibi can korkusuyla eşleştirilmektedir.
Eminim aynı döngü Rum tarafında da yaşanıyordur.
…
Ama tabi ki bu da yüksek oranda can korkusu hissedenlerin de olduğu gerçeğini değiştirmiyor.
Sıkıntı da burda başlıyor.
Hele güvenlik endişelerini karşılayacak çözüm de garantilere indirgenince; kısacası teşhis de, tetkik de hatalı olunca, doğal olarak tedavi de yanlış oluyor.
Güvenlik gibi insanların temel ihtiyacı olan, siyasal tercihlerini belirleyen bir konuya toplumun tüm siyasal elitlerinin bu kadar yüzeysel ve tekdüze yaklaşımı da bizi tedaviden çok daha başka yerlere sürüklüyor.
…
Peki garantiler hiç mi güvenlik unsuru değil?
Garantilerin diğer toplum üzerinde tahakküm kurmak isteyen tarafa kısmi ve geçici bir caydırıcılık sağlayacağını söylemek lazım.
Dahası bunun gücüne inanan Kıbrıslı Türkler’in de hayli çoğunlukta olduğunu da kabul etmek lazım – ki kendini güvende hissetme de, gerçekten güvende olma kadar önemli bir unsurdur.
Fakat diğer taraftan garantilerin yaratacağı güvenlik hissine kendini kaptırıp, aynı şekilde yarattığı güvensizlik hissini gözardı etmek en naif tabirle ‘haksızlık’ olacaktır.
Özellikle son yıllarda Türkiye’deki siyasi istikrarsızlık ve siyasallaşmış kötülük sadece Rumlar’ı değil, bizleri de tedirgin etmiyor mu?
“Gerekirse Suriye’ye 4 adam göndeririz, kendi kendimize füze yollar savaş gerekçesi çıkarırız” diyebilen bir düşünce yapısıyla ilgili güvensizlik duymak çok mu anlaşılmaz birşey?
İşte başta bahsettiğimiz sıkıntı da burada.
İki toplumun herhangi bir tarafla ilgili hissettiği tüm meşru güvensizlik duygularını azaltacak, içinde eğitim, hukuk, iç güvenlik mekanizmaları ve onlarca daha unsurun olabileceği bütünlüklü bir yelpazeyi ortak akılla oluşturmak, garantileri konuşmaktan çok daha önce yapmamız gereken şeydi.
Önce kendimizi gerçekten güvenceye alırdık, sonra kaç silahla kendimizi güvende hissedeceğimizin pazarlığını yapardık!