Bu yazı, eğitimi pedagojik bir uzmanlık alanı üzerinden değil; daha çok ideolojik bir çerçeveyle ele alma denemesidir. Çünkü üniversitelerde yaşanan dönüşüm, ders içeriklerinden ya da öğretim yöntemlerinden ibaret değildir. Daha derinde, üniversitenin toplumsal rolüne ilişkin bir yön değişikliği söz konusudur.
Bugün üniversite eğitimi büyük ölçüde istihdam, performans ve uyum etrafında şekillenmektedir. Öğrencilerden beklenen şey, kendilerine sunulan hedefleri sorgulamadan içselleştirmeleri; rekabetçi, verimli ve ölçülebilir başarı üreten bireyler olarak piyasaya “uyum sağlamalarıdır”. Üniversiteler, eleştirel düşünceyi besleyen bir alan olmaktan çok, sistemin ihtiyaçlarına cevap veren bireyler yetiştiren bir yapıya dönüşmüştür.
Üniversitelerde “düşünme” giderek marjinalleşmektedir. Eleştiri, çoğu zaman “gerçekçi olmayan”, “piyasayla bağını koparmış” ya da “fazla teorik” bir uğraş olarak kodlanmakta; üniversiteler düşüncenin özgürce dolaşıma girdiği alanlar olmaktan çıkarak, hangi düşüncenin meşru, hangisinin gereksiz sayılacağını belirleyen yapılar haline gelmektedir. Bu durum, öğrenciyi bilgiyle kurduğu derinlikli ilişki yerine belirli görevleri yerine getirebilme becerileriyle donatmakta; bilgi ise bir birikim olmaktan çıkarak uygulanması gereken talimatlar dizisine indirgenmektedir.
Başarı ise bireysel bir mesele olarak tanımlanırken; yapısal eşitsizlikler, sınıfsal konumlar ve güç ilişkileri sistematik biçimde görünmez kılınmaktadır. Öğrenci, başarısızlığını kendi yetersizliğiyle açıklamaya yönlendirilmektedir.
***
Bu dönüşümün en çarpıcı sonucu, üniversitenin eleştirel özne değil, uyumlu özne üretmeye başlamasıdır. Uyumlu özne, itiraz etmeyen; itiraz etmeye gerek duymayan bireydir. İçinde bulunduğu düzeni sorgulamak yerine, bu düzen içinde kendine yer açmayı öğrenir. Üniversite de bu sürecin en etkili araçlarından biri haline gelir.
Teknik becerilerle uygulamaya dönük yetkinliklerin öne çıkarılması bu bağlamda rastlantısal değildir. Kapitalist üretim ilişkileri, işlevini yerine getiren bireylere ihtiyaç duyar. Bu nedenle üniversitelerde “nasıl yapılır” öğretilirken, “neden yapılır” sorusu bilinçli biçimde geri plana itilir.
Gramsci’nin işaret ettiği gibi kültür, karşı-hegemonik mücadelenin en önemli alanlarından biridir. Ancak bugün üniversitelerde kültür, eleştirel ve dönüştürücü bir pratik olmaktan çıkarılıp, vitrinsel ve zararsız etkinliklere indirgenmektedir. Sergiler, söyleşiler ve kampüs etkinlikleri çoğu zaman mevcut düzenle uyumlu, çatışmasız ve “marka dostu” bir çerçevede sunulmakta; kültür, onaylayan bir işleve hapsedilmektedir.
Akademik üretim alanında da benzer bir daralma yaşanmaktadır. Yayın sayısı, atıf oranı ve proje bütçeleri akademik değerin neredeyse tek ölçütü haline gelirken; kamusal entelektüel üretim, disiplinlerarası düşünce ve eleştirel müdahaleler sistematik biçimde görünmez kılınmaktadır. Üniversite, bilgi ve kültür üreten bir kamusal alan olmaktan çok, çıktıları denetlenen bir kurumsal yapıya dönüşmektedir.
Bu koşullar altında eleştirel düşünmeyen, kültür üretmeyen üniversiteler yalnızca diploma veren kurumlara indirgenmektedir. Bu nedenle mesele, üniversitelerin ne ürettiği değil; toplumun neyi sorgulayamaz hale getirildiğidir.
Görsel: Gazedda AI



