Kendimiz olamadık tarih boyunca, belki bundan sonra olabiliriz…
1954’lerde kendimiz olamadık, hami aradık; önceleri, “İngilizden memnunuz, ayrılmasın başımızdan!” dedik…
Dedik demesine de, İngiliz’in de teşviki ile, “Ya taksim, ya ölüm!” demeyi ve TC’nin ilgi alanına girmeyi başardık kısa sürede…
Ama, kendimiz olamadık biz hiç!
Ne bağımsız olduk, ne de bağımsızlık hayal ettik biz!
Ama, gene aynı İngiliz, Amerika ile beraber “bakir doğum” misali peydahlanan “bağımsız” Kıbrıs Cumhuriyeti’nin “eşit ortağı” olduğumuzu söyledi bize…
İnandık bu “eşit ortak” efsanesine ve “neden tek ortak olmayalım”ın peşine düştük “anavatanımız”ın da büyük desteği ile…
Onlar mı?
Onlar da, kendi “anavatanları” ile koyuldular “neden tek ortak yapmayalım anavatanımızı” politikasınınpeşine…
Bu, sözde bağımsız Kıbrıs Cumhuriyeti’ni yaşatmak konusunda “eşit ortak” olamadık ama, adayı bölmek için eşit çaba göstermeyi becerdik hem biz, hem onlar…
Zaten, “eşit ortak” yapılmamızın da amacı bu değilmiydi!
“Bahşedilmiş eşitlik için savaş” da denebilir 1960-1974 arası döneme…
Kurtulmak için “neden tek ortak yapmayalım anavatanımızı” deyenlere karşı, kendi “anavatanımıza” sarıldık “can havliyle”…
Kurtulduk sandık 1974’te “ENOSİS ve Helenizm içinde eritilmekten”…
Nerden bilebilirdik “TAKSİM ve Türklük” içine düştüğümüzü?
Özgürleştik sandık 1974 ile…
El üstünde tutulduk önceleri; “ful kebap demokrasi”miz ile, “molohiya” ve “şeftali kebap” kültürümüzle övündük uzunca bir dönem…
Ama, biz hiç kendimiz olmayı denemedik bu dönemde de; ne iktidarlarımız, ne de muhalefetlerimizle..
Özgürlüğü, Ankara’nın gölgesinde kurguladık hep…
Ankara varsa özgürüz, yoksa “gavur bizi yutar!” deye mazaretlerin ardına saklandık uzun süre…
Sonraları, “Ankara, ne paranı, ne askerini, ne de paketlerini istiyoruz!” deycek olduk, ve “solcu, ilerici muhalifler”i bulduk karşımızda diğerlerinden önce…
Solumuz da, “anavatancılığı” öğrendi, ama kendi olamadı hiç; ne bağımsız olabildi, ne bağımsızlığı düşledi bu “sol” tarihi boyunca…
O kadar ki, “2000’in başlarında RTE ile beraber barışı kurguladığını” sanacak kadar kendini kandırmaya başladı.
Tarihte bir ilk değildir biliyorum, ama bu kadar “skarta”sına da pek sık raslanmaz herhalde!
Küçük bir kesimi hariç, Kıbrıs Türk burjuvazisi “tavla teslim”dir Türkiye’ye…
O küçük kesim mi? Onlar da kurtuluşu bu haliyle Kıbrıs Cumhuriyeti ve ordan da AB’ye bağlanmakta görmektedirler…
Yani, anlayacağınız Kıbrıs Türk burjuvazisi “bağımsızlık” diye bir kavram yazmamıştır, yazamamıştır lügatına hiçbir zaman!
Ya ona, ya buna…
Bazan da hem ona, hem buna işbirlikçilik yapmıştır tarihi boyunca!
TC’nin adanın kuzeyinde yarattığı hukuksuzluğu, TC’den de fazla savunmayı maharet bilmiştir hep;
Nüfus taşındıkça, mazaret üretmiştir bizim burjuvalar…
Paketler dayatıldığında, “olsun, iyiliğimiz için yapıyor Ankara” deyerek hem kendini, hem de halkını kandırmıştır her defasında…
“Bırakın şu üretimi, biz size yeteriz!” dediklerinde bile, “var anavatanımızın bir bildiği” deyerek, hayra yormuştur üretimden koparılmayı…
Nihayet, gün gelmiş üretmeyen, asalak bir topluma dönüşmüştür burjuvazisi sayesinde Kıbrıs Türk’ü!
Ankara verirse yer. Vermezse, vermemesine bile mazaret uyduracak kadar Ankara’nın işbirlikçisi oldu Kıbrıs Türk burjuvazisi; sağıyla, soluyla…
Ama, bağımsız olmayı, bağımsızlık talep etmeyi aklının ucundan bile geçirmedi…
“Beni aşağılama!” derken bile, 1974’te TC ordusunun adayı işgalini överek etti bu lafı!
Bu kadar teslimiyetçi bir burjuvazi karşısında, dünyanın hangi işgalcisi olursa olsun, bundan aldığı güçle şımarır; işi ifrata vardırırdı:
Nitekim, Ankara da öyle yaptı; sözde bağımsız KKTC meclisine geldi ve bu “egemen” olduklarına inandırdığı Cumhurbaşkanı, Meclis Başkanı, Başbakan ve diğer milletvekillerinin gözlerinin içine baka baka onlara, “sizin ne cumhurbaşkanlığı binanızda, ne de parlamento binanızda hayır yok, karar verdim, size yeni bir külliye yapıp, hepsini içine koyacağım!” deyerek; onlara, erkin kimde olduğunu bir kez daha kanıtladı.
Ne mi yaptılar? Elleri patlayana kadar alkışladılar, “padişahım çok yaşa!” dercesine…
Sözde boykot yapanlar bile parmak basmaya cüret edemediler bu “irade gasbına”.
İşi, “ihtiyaç önceliğimiz külliye değil” diyerek savuşturdular..
Bazılarıysa tüm suçu Tatar ve hükümete maletme sevdasındalar…
Hele şu Maraş mevzusu yok mu, turnusol kağıdı mübarek…
BM kınamış Türkiye ve KKTC yetkililerini, “kapalı Maraş’ın bir kez daha açılması kabul edilemezdir!” demiş BM Güvenlik Konseyi. Üstelik de, alınan kararda Türkiye’nin adının telefuz edilmemesi için, o İngiltere var ya hani 1960’ta bize “bağımsız” cumhuriyet bahşeden ve bizi bu cumhuriyete “eşit ortak” yapan, işte o İngiltere bayağı direnmiş haberlere göre…
Bir de “bizim aslanlar” bayram etmiş bu karara, Kürtlerin “serok Obama!” sloganından esinlenerek, “Yaşasın BM! Yaşasın ABD, Britanya, Rusya, Fransa ve Çin’den oluşan BM Güvenlik Konseyi!” diye slogan atmadıkları kaldı…
Bir zamanlar bize, “eşit ortaklık” ve “bağımsız cumhuriyet” bahşedenleri alkışlıyoruz bu günlerde…
Anlayacağınız biz, biz olamadık hiçbir dönemde…
En son hamimiz BM Güvenlik konseyi ve aldığı kararlar!
Yahu, adam sormaz mı kendi kendine, bu BM Güvenlik Konseyi 1974’ten beri Türkiye aleyhine birsürü karar almış olmasına rağmen herhangi bir yaptırım uyguladı mı diye?
Sormaz! Soramaz, çünkü sorarsa sorgulamayı öğrenecek…
Maazallah, bağımsızlık bile düşünebilir sonra!
Halbuki, işin kolayı var; güçlü kimse onun yanında yer al, güvende olursun…
Sen güvende olur musun bilemem ama, bu tavrın sayesinde Kıbrıs Türk halkının yokolmaya yüz tuttuğu kesin!
Yok mu bu işin başka bir yolu?
Olmaz olur mu, vardır tabi…
Bunu da başka bir yazıda ele alacağız…