Filmlerde görmüştüm herhalde, çünkü köyüme medeniyet erken gelmişti. Ama gerçeğini ilk kez görüyordum. Göbeğine kadar sakallı, vahşi, kapıları vurup evlere giren, buzdolaplarını kırarcasına açıp kafalarına su diken kaba adamlarla ilk o gün tanışmıştım. 20 değil, sanırım 22 Temmuz’du. Çünkü küçük köyümün kadını/erkeği av tüfekleriyle bir kaç gün “direnmişti” köyü basan EOKA’cılara. Aç, vahşi militanlar küçük beynime kazınmış iyice; çok şeyi unutmama karşın onları hâlâ bugün gibi hatırlıyorum…
Gazeteci Nezire Gürkan’ın bu yazısı ilk olarak Temmuz 2015’te Gazete360’da yayınlandı
Foto: Erten Kasımoğlu
Mevzideki babama servis yapan; evinde konaklayan kadın ve çocukları teselli eden annem de aklımda. Nereden bulmuştu o kadar cesareti diye yıllarca sordum ama bulamadım yanıtını. Tarlayı, bağı, bahçeyi, aileyi çekip çeviren Kıbrıslı kadının, savaşta da aynı cesareti gösterdiğinin ayırdına varmam yıllarımı aldı…
Savaşın değil saldırının göbeğinde olan, savaşın hüküm sürdüğü kuzey bölgesinden kilometrelerce uzak olduğumuzun da farkında değildik galiba. Sadece küçük beynimle benim değil, tüm Aynikola halkının havadaki kuşu Türk uçağı sanarak umutla beklediğini hayal meyal hatırlıyorum. Temmuz sıcağında puslanmış gökyüzünden paraşütle atlayacak; bulunduğumuz bölgeye, Baf’a çıkarma yapacak gemilerden kurtarıcıları bekledik…
Bekledik, bekledik kimse gelmedi ve yaklaşık 6 aylık kuşatmanın ardından; hatta kuşatma sürerken kurtarılmış bölgelere kaçmaya başladık. Verimli ve elektrik, su, televizyon dahil günün şartlarında her tür medeniyete sahip topraklarda yaşamanın avantajıyla kuşatmaya rağmen kimse aç susuz değildi. Ama can korkusu… Dağlardan, ovalardan günlerce yürüyerek kaçtı birçoğu. Toplu kaçış ise filmleri aratmadı. Planlıydı mutlaka ve muhtemelen düşman cephesi de göz yummuştu ama doğduğumuz toprakları nasıl da terk etmiştik can korkusuyla! Çocukluğumuzu, anılarımızı, malımızı/mülkümüzü; her şeyi geride bırakarak “kurtulma” umuduyla kaçtık…
Babamın doğum günüydü, dün gibi hatırlıyorum 20 Ocak 1975 gecesini. Evde her şeyden habersiz hazırlık yapıyorduk kutlama için. Babam panik içinde geldi, “Toparlanın, gidiyorsunuz” dedi. Nasıl toparlandık, hiç hatırlamıyorum. Geri dönülmeyecek bu yolculuğa nasıl çıktık, aklımda hiç detay yok. Ama o yolculuğu, o kâbusu hiç unutmadım. Kadın ve çocuklarla dolu köy otobüsünü… Kişi başına 5 KL ödenerek (maaşlar sanırım 30 KL o zamanlar, parayı alıp kaçışı organize edenler de Rum/Türk birlikte), gece boyunca Rum köylerini “gizlice” geçerek İngiliz Üsler bölgesine gidişimizi… Kaç saat sürdü, onu da hatırlamıyorum. Ama küçücük bedenimle, herhalde otobüsün en çelimsizi olarak vites üzerinde oturduğumu, her vites değişikliğinde kalktığımı, korkudan nefes bile alamadığımı dün gibi hatırlıyorum…
Kışın ortasında İngiliz Üsler bölgesindeki çadır hayatını, kumanyaları, ağlayan anaları ve eğlenen çocukları da unutamadım hiç. Hele anamın sürekli ağlamasını çok garipsediğimi de hatırlıyorum! Çadır ateşleriyle, kumanyalarla böylesine “renkli” bir hayat varken, niye ağlıyordu ki..! 4’ü kız 5 çocukla, kocası ve anası dahil her şeyini geride bırakarak bilinmeze doğru yola çıkan ananın hüznü olduğunu anlamam yıllarımı aldı…
İngiliz üslerinden uçakla İskenderun’a, askeri kışlaya taşınmamız da anamın ağlamasını, 3 ablamın hüznünü dindirmedi. Ben ve küçük kardeşim yine keyifliydik çocuk olmanın avantajıyla. Çünkü ilk kez uçağa binmiştik! Köyden ilk defa çıkmıştık. Hele ben; kirazları, formozaları, elma ve şeftalileri kuşlar yemesin diye teneke çalmaktan kurtulmuştum! Bağlardan üzüm taşıyan eşeklere eşlik etmekten, paluze için anama malzeme taşımaktan da…
İskenderun’da asker dışında sadece çamurlu nehir kaldı galiba hafızamda. Ve kumanya yemekler ile hayatımda ilk defa gördüğüm ranzalar…
Kış ortasında, şubat sonunda dalgalı denizde adaya dönüşümüz de filmleri aratmayan bir maceraydı. Sürekli ağlayan kadın ve çocuklar, savrulan gemi, meçhule giden insanlar… Mağusa limanına indik sanırım, doğduğumuz topraklardan ayrıldıktan yaklaşık bir ay sonra… Güneyden kuzeye taşınmıştık, kocaman bir tur atarak… Mağusa Limanı’ndan otobüslere bindirildik ve uzun bir yolculuğun ardından bir köyde sokak ortasına indirildik… “Yeni yeriniz burası, ev bulun ve yerleşin” dediler. Ayguruş denen köye gelmişiz. Dağ eteklerinden, deniz kenarına… Domuzların gezdiği, kapısız, soyulmuş evlere…
Sadece fotoğrafların kaldığı, kapısı/kilidi dahi olmayan yeni evimize alışmaya çalışırken de bitmedi anamın hüznü. Her gece pencerede bekledi, “Gene baykuş geldi” diyerek. Haber bekliyordu; malından/ mülkünden değil, babamdan… Nüfus mübadelesiyle yaklaşık 5 ay sonra babam gelene kadar dinmedi ağlaması…
Yeni evimiz, yeni hayatımız, ganimet furyası, oturacak sandalye bulamamamız, iş/okul/ geçim sorunları, zamanın memurlarının keyfiliği, kapanın yanında kalması, hak edenin/etmeyenin her şeye sahip olması bir yana… Bu günlerde bayramlık elbiselerimizi giyerek sokaklarda bayram yapmak yerine kutlamalara yabancılaşmamız ve evlerini, yurtlarını terk eden Suriyelilerin dramı 1974’e götürdü beni yine…
Canımızı kurtarmak için çocukluğumuzu, anılarımızı bırakarak arkamıza bakmadan kaçıştan bugünlere nasıl geldiğimizi anımsattı yine temmuz… Ve her gün biraz daha yabancılaştığımızı…