GEÇMİŞİ İYİLEŞTİRMEK – BÖLÜM II
“Geçmişle hesaplaşmak, onu geride bırakmak değil;
Onun bugünü nasıl şekillendirdiğini kabul etmektir.”
Paul Ricoeur
Sessizlik, bu adada uzun yıllar boyunca bizlere sanki bir erdemmiş gibi öğretildi. Öğrenciyken önümüze konan tarih, verildiği gibi kabul edilmesi beklenen; sorgulamaya ve çelişkiye asla alan tanımayan bir anlatıydı. Konuşulan ve konuşulması istenmeyen acılar hiç de yeşil olmayan bir hatla birbirinden ayrılmış, Ada’nın birbiriyle teması tamamen kesilmiş, ortak yaşanan bir tarih bambaşka şekillerde kurgulanmaktaydı.
Genelde soru sormayı seven bir insanım. Bu çocukken de böyleydi. Ama geçmişe dair sorular sorduğumda, bazı soruların cevabından çok yarattığı tedirginliği hatırladığımı farkettim. Bunlar çok da kurcalanmaması gereken yerlerdi. Her ne kadar başlarda bunu etrafımdaki insanlara yorsam da sonradan anladım ki aslında bu durum bireysel değil toplumsal olarak öğretilmiş bir sessizlikti.
Özellikle Barbarlık Müzesi’nde gördüklerim ve dinlediklerimden sonra uzunca bir süre güneyde yaşayan herkesin fırsatını bulduğu ilk anda beni ve ailemi öldüreceğini, bu insanların normal insanlar olmasının mümkün olmadığını düşünmeye başlamıştım. Ara ara yapılan karartma geceleri de bu fikrimi destekliyordu. Her an hazırlıklı olmalıydık. Uyuduğumuzda mesela kim bilir neler oluyordu. Ada’nın güneyindekilerin kuzeyine geçmesi mümkün değildi belki ama belli de olmazdı. Bu kadar çok asker olduğuna göre belli ki savaş kaçınılmazdı. Tam bu düşünceler içinde olduğum bir dönemde ailem beni Osmanlı doneminde ‘Kaytaz’, Venedik döneminde ‘Roccas’ burcu denilen, Yiğitler Burcu’na götürdü, o dönem güneydeki insanları görme şansımız olan tek yer orasıydı. Bana güneyde bizim gibi insanlar olduğunu gösterip savaşı yaşadıklarını bunun kimseye faydası olmadığını açıklamaya çalıştılar.
Savaşta yanında insanlar ölen, göçmen düşen, Lefkoşa’nın farklı yerlerinde geçici olarak kalabalık ailesiyle yaşamak zorunda kalan annem neden yeniden birlikte, bölünmeden yaşamaktan bahsediyordu? Sessizce konuşulanlar ve bağıra bağıra anlatılan resmi tarih birbiriyle çelişiyordu.
Babamla halamların üzüm bağına her gitttiğimizde söylediği bir şarkı vardı. ‘ Orda bir köy var uzakta, o köy bizim köyümüzdür, gitmesek de kalmasak da o köy bizim köyümüzdür…’ o zamanlar babamın neden sık sık bu şarkıyı mırıldandığına dair hiç bir fikrim yoktu ve de Evdim’in tam olarak neresi olduğundan, bizden ne kadar uzakta olduğundan da. Ancak babamın bu hisleri bir şekilde bana da geçiyordu. Ben de kafamda bir ev, bir yurt ütopyası kuruyordum. Kök saldığı yerden koparılarak yeni bir yerde, yeni bir hayat yeşertmesi beklenen diğer insanların çocuklarında olduğu gibi O’nun duyguları bana da aktarılıyordu zaman zaman, nostalji kapıyı çalmadan içeri giriyordu. Yıllar sonra, terk etmek zorunda bırakıldığı köyüne yeniden gittiğinde babamı en heyecanlı haliyle görmüştüm.
Ben Kıbrıs’ta, 1980’lerde böyle büyüdüm. Bastırılmış, yara bere içinde ama taşmaya çalışan bir hafızayla. Bu miras bırakılan hafızaya bağlı olarak hissettiklerim zaman içinde sürekli tetikte olma duygusuna yol açtı. Bu ne net bir korku ne net bir öfkeydi. Travma üzerine çalışan Judith Herman, travmanın yalnızca yaşanan olaydan değil, anlamlandırılamayan deneyimden kaynaklandığını söyler. Anlamlandırılamayan, tam olarak anlatıya dönüşmeyen şeyler bedenlerimizde tortu bırakmaya devam eder. Filozof Frantz Fanon’a göre bastırılmış hafıza kuşaktan kuşağa bedensel gerilim ve kimlik bölünmesi olarak aktarılır. Peki bu sürekli yaralarımıza bakarak iyileşebileceğimiz anlamına mı gelir? Ya da geçmişle yüzleşmek geçmişe takılı kalmak mıdır? Yüzleşmeyi geçmişe takılı kalma haline indirgeyemeyiz. Sürekli yaralarımıza bakarak hatta onları romantize ederek yaşayamayız. Gerçekte olduğu haliyle geçmişi anlamak, tanımak, yaraları kabul etmek ve gerek bireysel gerekse toplumsal anlamda kaybın yasını tutabilmek geçmişin geleceğin üzerindeki etkisini azaltır. Bunun yapılmaması uzun vadede daha derin yaraların açılmasına neden olabilir.
Örneğin, geçmişi ile doğru şekilde yüzleşemeyen insan, kendini aynı ilişki döngüleri içinde bulabilir ve bir hamster çarkında hapsolabilir. Güvenli bağlar kurmakta zorlanabilir. Ya da dinmeyen bir huzursuzluk duygusunu da yanına alarak ertesi gününe devam eder. Hepimiz gerek kendi yaşamlarımızda gerekse çevremizde bu gibi örnekleri sık sık görüyor deneyimliyoruz.
Güney’de özellikle gençler arasında örgütlenen neo-Nazi grupları, ya da Kuzey’de 11 yaşındaki öğrencilerin askeri bölgeye götürülüp ellerine silahlar verilerek fotoğraflar çekilmesi, tarihteki katliamların kahramanlık olarak ifade edilebilmesi, halen tarihe karşı doğru sorumluluğu almaktan ne denli uzak olduğumuzu göstermektedir. Yüzleşmeden kurulan hiçbir gelecek sağlam değildir; ne bireysel ne de toplumsal anlamda. İyileşmek sorumluluk üstlenerek hatırlamaktır; geçmişte olanların bugünde yeniden nasıl üretildiği fark edilmelidir. Aynı zamanda sadece geçmişe yoğunlaşılmamalı, geçmiş ve şimdiki zaman arasına sınır koyulmalı, geçmişi anlarken şimdiki zaman dondurulmamalıdır. Kedime karşı olan sorumluluklarımın bilincine vardığımda, duygularımın abartılı ya da gereksiz olmadığını kabul edip onlarla barışabildiğimde, geçmişin bugünün üzerinde yeniden ortaya çıkan etkilerini mesela bedensel tepkileri, doğru okuyarak yönetebildiğimde bu iyileşmeyi hissedebiliyorum.
Toplumsal çatışmaların çözülmesinde ise, çoğul hafızanın tanınması; bizim hikayemiz kadar ötekinin hikayesinin de kamusal alanda görünür olması gereklidir. Çünkü bastırılan hafıza, kamusal alanda kendine yer bulamadığında güvensizlik ve kutuplaşma üretmeye devam eder. (Bar-Tal, 2013) Bu acıların eşitlenmesi değil, insanileştirilmesidir. Bilimsel çalışmalar, tanınmayan kayıpların kolektif düzeyde donmuş zaman algısı yarattığını göstermiştir.( Herman,1992) Çatışma sonrası toplumlarda en sık görülen sorunlardan biri, yasın bireylerin omzuna bırakılmasıdır. Eğitim sistemleri, çatışma sonrası iyileşmenin en kritik alanlarından biridir. Çelişkiyi ve çoklu bakış açılarını içeren tarih eğitimi, toplumlarda empati ve eleştirel düşünme becerilerini güçlendirmektedir. Farklı yaş gruplarıyla yapılan toplumlararası çalışmalar bu anlamda oldukça önemlidir. Bu bağlamda, iyileşme hızlı çözümlerle ya da sessizlikle sağlanmaz, temelde geçmişin bugünü nasıl yönettiğini fark etmekle başlayan bir süreçtir. Bu fark ediş hem bireyler hem de toplumlar için rahatsız edicidir. İyileşme bir sonuç değil pratiktir, uzun soluklu, çok katmanlı ve emek isteyen bir süreçtir. Ancak bilimsel literatür açıkça şunu ortaya koymaktadır: İyileşme mümkün olduğunda, toplumlar yalnızca geçmişle değil, biribirleriyle de daha dürüst ilişki kurabilirler. (Ricoeur, 2004)
Sessiz kalmak, zihnimizdeki inşaa edilen bariyerleri aşamamak her zaman sığınacağımız, bize öğretilen bir refleks mi? Yoksa artık bilinçli olarak sürdürdüğümüz bir tercih mi?



