Adını koymakta, elini tutmakta zorlandığım; çok uzun zamandır benimle olduğunu hissettiğim bir misafir. Son zamanlarda derinleşen, kulak vermedikçe kendini duyurmak için giderek sesini yükselten; kulak verdiğimdeyse sakinleşen. Onunla birlikte oturabilmeyi ve dinleyebilmeyi yeni öğrendiğim: Kaygı.
Bir süre önce sürekli olarak yeterli ve iyi olmanın; daha doğrusu böyle olmasanız da böyle görünmenin değer gördüğü, artan haberdar olma durumu ile birlikte belirsizliklerin de yükseldiği, bağ kurmanın kırılganlık; sevginin, yasın ve birçok duygunun bir hissiyattan çok performansa dönüştüğü bu dönemin ritmiyle kendi ritmimin uyumsuzluk yaşadığını, bu durumun sonucunda ise genelleşmiş bir huzursuzluk ve sürekli tetikte olma hâli hissetmeye başladığımı fark ettim. Ardından bu “belirsizliklerle savaşma” hissini daha iyi anlamaya çalıştım.
Artan sorumluluklar, yanlış yapma, bir şeyleri eksik bırakma ve yetersizlik endişesi ile hep arka planda hissettiğim bazen aşırı yorucu hale gelen, yorgun hissettiren kaygılı olma durumumu dönüştürmeye ihtiyacım olduğunu anladım. Hem bir şeyleri yoluna koyup hem de hep eskiklik varmış gibi hissetmek, hata yaptığımda kendime aşırı yüklenmek benim açımdan sürdürülebilir değildi. Bir yandan da bu dönemin dayattığı normlar ve kendi iç sesim, benim kendimden beklentilerime dair denge kurmaya ihtiyacım vardı. Bu bireysel durumu toplumsal olandan ayırmak elbette ki mümkün değil. İçinde yaşadığım, giderek dönüştürülen, her şeyi hızlıca normalleştiren ve gün geçtikçe tepkisizleştirilen topluma karşı aidiyet duygularım da zayıflamaya kendimi yabancı hissetmeye başladım. Ancak iç huzurumu olan biteni edilgen bir halde kabul ederek bulamayacağımı da biliyordum. Öğrencilerime hayattan ve kendinizden içinde yaşadığınız toplumdan beklentinizi kesmeyin derken aslında bir yandan bunu kendime de duyurmaya çalışıyordum.
Özellikle yaşadığım kayıpların ardından, sanki her yanımı, bütün hücrelerimi ele geçirmiş gibi hissettiren bu duyguyu artık ötelemek değil dinlemek gerek diye düşünmeye, somut adımlar atmaya başladım. Çok zor da olsa önce çocuk halimi buldum yetişkin halimle onu koruyup kollamaya başladım ve kaygının bana vermek istediği bir mesajın da kendime göstermeyi erteleyip durduğum şevkat olduğunu anladım. Onaylanma ihtiyacımın nerden geldiğini buldum. Okumalar yaparken özellikle Kierkegaard’ın kaygı anlayışı ilgimi çekti. Kierkegaard’ın 1800’lü yıllarda geliştirdiği kaygı anlayışının aslında modern dünyanın koşullarıyla da oldukça uyumlu olduğunu fark ettim.
Kierkegaard’a göre kaygı, özgürlüğün olanağıdır; insanın seçebilme özgürlüğüyle karşı karşıya geldiği anda yaşadığı histir. Yalnızca ruhsal bir sıkıntı değil, insanı eğiten bir deneyimdir ve bireyin kendi özgürlüğüyle yüzleşmesini sağlar. Ona göre kaygı, bireyin otantik benliğine ulaşmasında zorunlu bir aşamadır: özgürlüğün baş dönmesidir. (Kierkegaard, The Concept of Anxiety, 1844)
Bizi birbirimize daha bağlı hâle getiren seçeneklerle dolu modern hayat, paradoksal bir şekilde daha da yalnız hissettiriyor. Sonsuz kariyer seçenekleri, ilişkilerdeki belirsizlikler, tatminsizlikler, küresel krizler, mükemmellik baskısı, dijital–gerçek kimlik çatışmaları, her an ulaşılabilir olma hâli, sürekli kendini geliştirme zorunluluğu gibi birçok faktör kaygılarımızı artırıyor. Sanki biz zamanın ritmine uymaya çalışıp seçenekler arasında kayboldukça çağın gölgesi üzerimize çöküyor. Biz kaçıyoruz, o kovalıyor. Hâl böyle olunca da kendi içimizde parçalara bölünüyoruz: dışarıya gösterdiğimiz mutlu, başarılı ya da güçlü “online” yüz ve içeride telaşla nefes alan yorgun, yalnız taraf. İkisinin arasında gidip gelirken ise sürekli kaygı köprüsünden geçiyoruz.
Sartre kaygıyı “özgürlüğün ağırlığı” olarak görüyordu. Ona göre kaygı, seçme hakkı olan insanın seçememe ihtimalinin getirdiği sarsıntı ve insanın kendini inkâr etme olasılığıyla yüzleşmesidir. (Sartre, Being and Nothingness, 1943) Freud’a göre ise ahlaki kaygı “yanlış yaparsam dışlanırım” düşüncesinden kaynaklanır. (Freud, Inhibitions, Symptoms and Anxiety, 1926)
Sürekli olarak önümüze alternatifler koyan, bize hep oyunda kalmayı, her zaman iyi görünmeyi, iyi hissetmeyi, dayatan bir sistemde kaygının bir erken uyarı sistemi olarak durmadan devreye girmesi oldukça anlaşılırdır. Hem bu sarmalın içine girmeden, hem kendimize hem de içinde yaşadığımız topluma yabancılaşmadan devam edebilmek kolay değil. Hâl böyle olunca da zaman zaman sendeleyerek; toksik pozitiflik ve derin melankoli çukurları arasında, görünmeyen bir ipin üstünde düşe kalka dengede durmaya çalışıyoruz. Belki de hepimiz hızın göklere çıkarıldığı bu zamanda kendi “yavaşlığımızdan” utandırılıyoruz.
Mükemmellik baskısının gölgesinde özgünlükten uzaklaşıp vasatlaştırılıyor; böylece “sıradan” olmanın hakaret sayıldığı bu dönemde topyekûn bir vasatlığın yükselişine tanıklık ediyoruz. Bazen düşünüyorum: Kaygı, kendi olmakta direnen yanımızın gizli bir tercümanı mı?
Örneğin çözümsüzlüğün kangrenleştiği, iradenin gün geçtikçe erozyona uğratıldığı, iklim krizinin etkilerinin belirginleştiği; savaşa komşu, bölünmüş bir coğrafyada yaşarken geleceğe dair kaygı duymamak insani midir? Geleceğe dair toplumsal kaygılar halı altına mı süpürülmelidir?
İlişkilerde bağ kurmayı, derinliği aramak, duyguların içinden koşmadan ve korkmadan geçebilmek; hayata dair konularda edilgen izleyici rolünden zaman zaman çıkmayı başarmak ve ana akım yargılara kapılmadan kendimizi en filtresiz hâlimizle kabul edebilmek mümkün mü?
Kaygıyı bir hata gibi görüp dışlamak, görmezden gelmek yerine; geçmişten devraldığımız, günümüz koşullarında sürekli kendini hissettiren, zamanın bize bıraktığı bir iz olarak görebileceğimize inanıyorum. Belki kaygı, bize hâlâ ve her şeye rağmen kendimizle temas edebildiğimizi anlatmaya çalışan sesimizdir.
Not: Bu yazı, kendime doğru yürürken cebime koyduğum küçük notlardan yola çıkarak yapılan bir paylaşımdır.



