Yıllarca Mesarya ovasında kalan köylüler…
Nerdeyse hiç ağaç ekmediler…
Ne tarlalarına ne de evlerine…
Kuyusu olan ovalar gördüm…
Kuyusu olup içinde tek bir ağaç olmayan ovalar gördüm…
Dedelerimin ağaç ektiğini hiç görmedim…
Babam, 40 yaşından sonra ağaç ekmeye başlamıştı…
Evimizin arka bahçesinde zaten var olan zeytin ağaçlarına bakmıştı ama…
Sonra 14-15 yaşlarına gelince ben…
Ağaçlara bakmam için görev veriyordu…
Her gün iki üç ağacın köklerini çapalıyor, gübreliyor ve suluyordum…
Benim için ağaçlara bakmak, bana zorla verilen bir işti…
Yıllarca ağaçlara bakmayı hiç sevmedim…
Ağaçlardan zeytin toplamak ise benim için büyük bir işkenceydi…
Zeytin toplamayı da hiç sevmedim…
Hatta bir keresinde toprağa düşen zeytinleri gömmüştüm…
7 yaşlarında falan olmalıyım…
Babam benim o zeytinleri gömdüğümü görünce, ondan çok kötü dayak yemiştim…
İngiltere’ye gittiğim yıllarda…
Organik tarımın ne kadar popüler olduğunu görmüştüm…
Ülkeye gelince büyük bir hevesle…
Tarlamıza birçok ağaç ektim…
Hurma, harnup, nar, incir ağaçları…
Ve zeytinler tabii…
Değişmesi gerektiğini düşündüğüm bir dünya vardı…
Bu ağaçlar o dünyanın parçasıydı…
Büyük bir hevesle onları suladım, gübreledim…
İlk yıllar öyle geçti…
Sonraki yıllar…
Sadece köye yaptığım ziyaretlerde ağaçların yüzüne bakmakla yetindim…
Aradan yıllar geçti, birilerinin o ağaçlara bakması gerekirdi…
Babam, geçenlerde harnupları topladı…
Şu an 59 yaşında…
59 yıldır o köyde yaşıyor…
Hayatında ilk kez, o köyde harnup pekmezi yaptı…
* * *
Yüzyıllardır dedelerim ve nenelerim o küçük köyde yaşadı…
Biz hiç göç etmedik…
Göç etmek nedir, bilmedik…
Toprağa özlem nedir, eve özlem nedir, doğduğun yerleri görememek nedir, bilmedik…
Evimizin duvarları göç hikâyeleri ile hiç boyanmadı…
Hiç sağır olmadı kapılar göçten kalan hüzünlerle…
Babama, dedemin ektiği bir ağaç var mı, diye sormuştum bir gün…
Yok, dedi…
Hani filmlerde, romanlarda öyle fanteziler var ya…
Bu ağaçlar ailelerimiz tarafından bilmem kaç kuşak önce ekilmişti, diye…
Öyle fanteziler aradım ben de uzun yıllar… Benim öyle bir hikâyem de olmadı…
Bir kara toprak vardı işte… O da sürülmediğinde çatlak çatlak olurdu…
Köyde, ailemden bana kalan hiçbir hikâye yoktu… O yüzden belki, kendi kendime hikâyeler uyduruyorum ben de…
O yüzden belki oradan oraya savrulmayı…
Başıma türlü türlü belalar açmayı seviyorum…
Ya da yüzyıllarca kendi haline yaşayan bir ailenin laneti bana bulaşmıştır, bilemiyorum…
* * *
BBC’ye bir görüntü düştü az önce…
Kıbrıs Cumhuriyeti Dışışleri Bakanı Nikos Hristodulidis ve Türkiye Cumhuriyeti Dışışleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu konuşuyor… Çözüm üzerine konuşuyorlar…
Yoldan geçerken rastlamışlar birbirlerine…
Biri federasyon, diyor… Diğeri konfederasyon…
Kıbrıslırum liderliği Ankara’ya bile gidip görüşmelerde bulunmuştu…
Çok da haksız sayılmazlar… Karşısında kendi kararlarını alabilecek yeterlilikte bir özne yoksa…
Niye konuşmasınlar… Niye asıl kararı verenle konuşmasınlar…
İşte bu görüntü, bunun bir göstergesiydi aynı zamanda…
Bugüne kadar hiçbir Kıbrıslıtürk lider ontolojik bir mücadeleyi işaret etmedi…
Özgürlük ancak ve ancak bir varlık meselesi olabilirdi…
Burada yaşayan halk ise üç beş kuruşa özgürlüğünü sattı…
Arabasından, evinden, tatilinden olmamak için…
Rejime başkaldırmadı…
Sorsan herkes bu devletten şikâyetçi…
Bir yere kadar ama…
Bir yere kadar şikâyetçi…
* * *
Yunanistan’ın çeşitli yerlerine yaptığım ziyaretlerde…
Dağlarda, ovalarda milyonlarca zeytin ağacı gördüm…
Fas’ta milyonlarca hurma ağacı…
Ada’nın güneyinde her gittiğim yerleşim yerinde ağaçlar…
Sokaklar temiz…
Eski binalar restore edilmiş…
Yapılan yeni binalar eskisine göre yapılmış…
İçinde bulunduğum duruma, durumumuza çok üzülüyorum…
Gittiğim, gördüğüm yerlerden mutlu olamıyorum…
Bu ülkenin laneti nereye gitsem peşimde…
Beceremedik…
Ne o toprağa sahip çıkabildik… Ne o zeytin ağaçlarını ekip, büyütebildik…
Ne de biz kendi kararlarımızı kendimiz verebiliriz, diyebildik…
Beceremedik… Bir ağaç neden sevilmeli, neden bir ağaç önemli anlatamadık…
Biz de hiç bilmedik…
O Filistinliler gibi, o zeytin ağaçları söküleceğinde o ağaçlara sarılamadık…
Tam tersi, zeytin ağaçlarının kesilip yerine apartman dikilmesini istedik…
Biz istedik… Tarihin hiçbir döneminde politik süreçlerin içinde özne olamadık…
Yıllardır düşünüyorum… Bir toplum nasıl olurda özgür olmak istemez diye?
Bir Yunan arkadaşıma biz yemeklerimizi de satın aldığımız sudan yapıyoruz, dedim…
Suyu satın mı alıyorsunuz evinize, diye soru sordu…
İçimiz hiç acımadı… Köyün çeşmesinden su içerken…
Bir gün eve sebil diye bir şey alındı…
Şimdi o köyde… Su arıtma tesisi var…
Köylüler suyunu oradan satın alıyor…
İçimiz hiç acımadı… Kendimize bile acımadık…
Bu cehennemin ortasına…
Kendimizi öylece bıraktık…
Bu yazı ilk kez 26 Eylül 2019 tarihli Afrika gazetesinde yayınlandı.