Köyümüzün bazı evleri dağ taşlarından yapılmıştı, dış cepheleri sıvasızdı.
Evlerin içlerini dağ mermerleriyle döşerlerdi. O zamanlar evlerimizde ocaklık dediğimiz şöminemiz vardı . Bu şöminede hem yemek pişirir hemde ısınırdık.
Çalışkan bir yapıya sahip olan köylülerimiz bağcılık, bahçecilik, çiftçilik ve hayvancılık yaparak kendi geçimlerini sağlıyorlardı.
Hayal meyal hatırladığım dedemin, öküzlerin çektiği döveni vardı. Bu dövenin alt kısmı taştandı ve üstü de tahtaydı. Buğdaylar burada ezilir ve samanından ayrılırdı. Bizi de ağırlık olması ve buğdayların daha kolay ezilmesi için bu tahtanın üzerine oturturdu. Biz bu tahtanın üzerinde dönerken etrafta olan ağaçların sanki bizimle birlikte döndüğünü görürdük.
Ben çok soğuk bir kış gününde doğdum. O yıl kış çok ağır geçti.
Ben altı aylıkken köyümüzde çok şiddetli bir deprem oldu. O depremde bizim evimiz de yıkıldı. Ben yıkılan enkazın altında kaldım. O esnada avluda çamaşır yıkayan annem ben içeride kaldığım için çok korktu ve o korkudan dolayı hasta oldu. Makarios’un köyü Panaya’da olan hastahaneye yattı. Hastalığından dolayı da sütü kesildi. Beni annemin amcasının kızı rahmetlik olan Refiye abla emzirdi.
Geçmişte çocukları olan anneler başka çocukları da emzirirlerdi ve o çocuklar süt kardeş olurdu. Kural olarak da süt kardeşler evlendirilmezdi.
Şubat tatillerinde karnemi aldıktan sonra eve giderdim . Babam hade bakalım hazır olun bağ budamaya gideceğiz derdi . Bağ budamak benim korkulu rüyamdı. Onun için ben kendimi hiçbir zaman hazır hissetmezdim. Ama mecburen bağ budamaya giderdim. Böyle işler yapmaya pek alışkın olmadığım ve küçük olduğum için avuçlarımın içi önce kabarır, sonra şişer ve su toplayıp patlardı ama biz yinede bağlarımızı budamaya devam ederdik. Ne avuçlarımızdaki yaralar ne de yağan karlar ve yağmurlar bize bu işi yapmamıza engel değildi. Yani kısacası biz işten değil, iş bizden korkardı. Sonuç olarak da bahçemizden, bağımızın dalından topladığımız güzel meyveleri yiyerek mutlu olurduk.
Bizim Köyümüzde bayramlarımız çok güzel geçerdi. Arife günü temizlikler yapılır, fırında çörekler pişirilirdi. Gece olunca annem avuçlarımıza kına yakar ve bağlardı. Yeni alınan elbiselerimizi yataklarımızın yanına asardık .Yeni ayakkabılarımızı da koynumuza alıp uyurduk. Bayram sabahı erken kalkar, bayramlık giysilerimizi giyer ve büyüklerimizin camiden çıkmasını beklerdik. Daha sonra, çocuklukta en büyük mutluluğumuz olan el öperek para toplardık. Gerçi o dönemde çok para verilmezdi ama biz yine de çok sevinirdik. Keşke yine çocuk olabilsek…
Köyde yaşanan bir olaydan da bahsetmek istiyorum.
Köyümüzde komşumuz olan Mehmet efendi ve eşi Rahme hanımın anlattıklarını sizlerle bölüşmek istedim.
Mehmet efendinin mesleği öğretmenlikti ayrıca imamlıkta yapıyordu ve köyün ileri gelen ailelerindendi.
Mehmet efendinin iki oğlu vardı bir oğlu, Ankara’da diş doktorluğu yapıyordu diğer oğlu ise ülkemizin tanınmış Avukatlarından olan Süleyman Şevket beydi.
Avukat Süleyman Limasol mahkemesinde gördüğü bir davayı insanlar şöyle anlatırdı. Bir zaman bir yerde bir Rum başka bir Rumu öldürmüştü. Avukat Şevket öldürülen Rumun Avukatlığını yapıyordu. Karşı taraf öldürülen adamın Avukat Şevket’in müvekili tarafından öldürüldüğübü iddia ediyordu. Delil olarak da olay yerinde bulunan ayak izine kireç dökerek ayakkabı kalıbı yaparak Mahkemeye getirdiler: Şevket bu kalıbı kendisi giydi ve ayağına tam oldu o zaman Mahkemeye dönüp “demek ki bu kişiyi bende öldürmüş olabilirim” dedi ve bu delili mahkemenin kabul etmesini istemed. Mahkeme kabul etmedi ve Süleyman Şevket bu davayı bu şekilde kazandı.
Avukat Süleyman Şevket 1936 Baf Limasol yolu üzerinde Aşelya köprüsünün yıkıldığını görmeyip maalesef azgın sulara kapılıp hayatını kaybetmişti, Ölüm haberi tüm Kıbrıs halkını üzmüştü. Bu komşularımızın değerleri o kar büyüktü ki hepimiz çok duygulanırdık . Bu acılı aileler devamlı gözyaşı dökerlerdi, kaybettikleri oğlularına canları yanardı ve tekrar yaraları kanardı.