“Şok Doktrini: Felaket Kapitalizmin Yükselişi” adlı kitabıyla tanınan Kanadalı gazeteci, yazar ve aktivist Naomi Klein, geçen hafta İngiliz İşçi Partisi yıllık konferansına katılarak delegelere hitap etti. Klein, yaptığı konuşmayı özetleyen bir de makale kaleme aldı. Kanadalı yazar, aşağıda çevirisini paylaştığımız, The Guardian gazetesinde yayınlanan ve Medyascope.tv için Işın Eliçin’in çevirdiği makalesinde, dünyanın içinde bulunduğu krizlerin geleceğe dair tehlikeler kadar imkânlar da barındırdığına dikkat çekiyor ve İngiltere İşçi Partisi’nin son seçim zaferi üzerinden dünya soluna cesaret telkin ediyor: Adaleti savunmak sadece erdemli bir tavır değil, aynı zamanda kazandıran bir strateji de…
Naomi Klein | The Guardian
Çeviri | Işın Eliçin
Ürkütücü zamanlarda yaşıyoruz. Tweeter’dan nükleer silah kullanma tehditleri savuran devlet başkanlarından tutun, iklim değişikliğiyle sınanan bölgelere, Avrupa kıyılarında boğulan binlerce mülteciden, apaçık ırkçı partilerin zemin kazanıyor oluşuna dek, müşterek geleceğimize dair karamsar olmak için çok neden var.
Örneğin Karayipler ve ABD’nin güneyi benzeri görülmemiş bir kasırga sezonunun ortasında. Önce Irma, ardından Maria’nın vurduğu Puerto Rico tümüyle elektrikten mahrum kaldı; bu durum aylarca sürebilir; temiz su ve iletişim sistemleri büyük zarar gördü. Ama tıpkı Katrina kasırgası sırasında olduğu gibi, yine hiç birşey yapılmıyor. Donald Trump ırkçı şiddete dikkat çekmeye cüret eden siyah sporcuları cezalandırmakla pek meşgul. Puerto Rico için doğru dürüst bir federal yardım paketi açıklanmadı. Akbabalar tepede dolanmaya başladı bile: İş dünyasının medyası Puerto Rico’nun ışığa ancak elektrik hizmetleri özelleştirilirse kavuşacağını yazmaya başladı bile.
Bu benim “Şok Doktrini” olarak adlandırdığım olgunun ta kendisi: Kamusal alanı iyiden iyiye daraltıp dar bir elit zümreyi daha da zenginleştirecek politikaları çaktırmadan yürülüğe sokmak üzere krizlerin, felaketlerin istismarı. Bu tatsız döngünün sürekli kendini tekrar ettiğini görüyoruz: 2008 finans krizi ertesinde ve şimdi de Birleşik Krallık’ta Muhafazakâr Parti’nin Brexit’i şirket çıkarlarını gözeten korkunç ticaret anlaşmalarıyla istismar etme planlarında.
Bir krizi öbüründen ayrı gözlemlemenin imkansız olduğu bir çağdayız. Hepsi birbirini tetikleyip güçlendiriyor, hepsi içiçe geçmiş durumda; paytak paytak yürüyen çok başlı bir dev gibi. Mevcut Amerikan Başkanı örneğin böyle tasavvur edilebilir. Gerçi kendisini tasvir etmek güç. Şu sıralar Londra kanalizasyon sistemini tıkayan berbat kütleyi, yağ-dağını biliyorsunuz değil mi? İşte Trump bu kütlenin siyasetteki karşılığı. Kültürde, ekonomide, siyasette zehir dolu ne varsa hepsinin bir karışımı; birbirine yapışa yapışa büyüyüp taşlaşmış dev bir kütle. Çözüp parçalaması kolay değil.
Yine de kriz anlarında mutlaka Şok Doktrini yoluna sapılacak diye bir kaide yok. Krizlerin mide bulandıracak kadar zengin olanların daha da zenginleşmesi için birer fırsata dönüşmeleri gerekmiyor; pekala kendimizde iyi olanı keşfettiğimiz zamanlar da olabilirler.
Londra’da Grenfell Kulesi’ndeki yangın felaketi ertesinde hep beraber tanık olduğumuz gibi: Sorumlular üzerlerine düşeni yapmadığında, toplum biraraya geldi, birbirlerini gözetip kolladılar, bağış kampanyaları örgütlediler ve hem hayatta kalanlara hem de hayatını kaybedenlere sahip çıktılar. Yangından 100’ü aşkın gün sonra bile, kurtulanların henüz ancak yarısının evlere yerleştirilmiş olması gibi bir skandal karşısında bugün de böyle yapmaya devam ediyorlar.
Unutmayalım ki, sadece tabanda değil, toplumun tüm kesimleri nezdinde ilerici dönüşümlerin kıvılcımını çakan, uzun ve gurur verici bir krizler tarihçesi de var. Birinci Dünya Savaşı’nın ardından sosyal konutlar ya da İkinci Dünya Savaşı’nın dehşetini yaşadıktan sonra bedava sağlık hizmetleri alanında emekçilerin kazanmış olduğu zaferleri hatırlayın. Bunlar bize büyük krizlerin illa ki gerilemeye neden olmayabileceğini, bizleri ileriye de götürebileceğini düşündürmeli.
Sadece direniş ve hayır’la kazanılmaz
Ama bu dönüştürücü zaferler salt direnişle ya da olan bitene hayır demekle kazanılmaz. Gerçek bir kriz anından kazançla çıkabilmek için, cüretkâr ve ilerici bir evet’imiz de olmalı: Krizin altında yatan nedenlere yanıt üretebilecek ve yeniyi inşa edebilecek bir plan. Bu planın ikna edici, güven veren ve hepsinden önemlisi cazip olması da gerekir. Yorgun ve yılgın bir kamuoyunun, o daha olan güzel dünyayı düşleyebilmesine yardımcı olmamız gerekiyor.
Geçtimiz aylarda (İngiltere) İşçi Partisi bizlere böyle başka bir yol daha olduğunu gösterdi. Olan biten rezilliklerin arkasındaki gerçek güçlerin adını söylemekten çekinmeyen, adaletli ve erdemli bir dilin konuşulduğu bir yol. Servetin yeniden bölüşülmesi ya da temel kamu hizmetlerinin millileştirilmesi gibi, çoktan tarihe gömüldükleri söylenen bazı fikirleri dile getirmekten korkmayan cesur bir dil. İşçi Partisi’nin cesareti sayesinde, bunun sadece erdemli bir strateji olmakla kalmadığını, kazanan bir strateji olduğunu da biliyoruz artık. Tabanı ateşleyen, sandığa küsüp oy vermekten vazgeçmiş seçmeni harekete geçiren bir strateji.
Dahası son seçimler, siyasi partilerin sosyal hareketlerin yaratıcılığından ve bağımsızlığından korkmaması gerektiğini, taban hareketlerinin de seçim siyasetine dahil olmaktan kazançla çıkabileceğini gösterdi bize. Bu husus önemli, çünkü siyasi partiler kontrolü bırakmakta, taban hareketleri de bağımsızlıklarını kaybetmekte ürkek olabiliyorlar. Fakat İşçi Partisi ile Momentum adlı taban örgütü iki tarafın en iyi özelliklerini birleştirip, tek başına bir parti ya da bir taban hareketinden daha kuvvetli ve daha cevval bir güç yaratmanın mümkün olduğunu kanıtladı.
Burada, Britanya’da olanlar, küresel bir olgunun devamı. ABD Başkanlık önseçimlerinde, risk almaktan kaçınan merkez partilerin güvenli bir gelecek vaat etmediğinin bilincindeki Y kuşağının desteklediği Bernie Sanders’ın tarihi kampanyasında bunu gördük. Ya da daha ilk günden kitlesel hareketleri içselleştiren İspanya’nın genç Podemos partisinde benzerlikler var. Bütün bu seçim kampanyaları hızla alevlenip iktidara –benim ömrüm boyunca Kuzey Amerika ya da Avrupa’da gördüğüm sosyal dönüşüm programlarının hepsinden daha çok- yaklaştılar. Ama yeterince değil. O yüzden bir sonraki seçimlere kadar sosyal hareketlerimizin hedefe varacağından nasıl emin oluruz, işte buna kafa yormalıyız. Hepimiz ülkelerimizdeki ekonomik adaletsizliğin, ırklararası adaletsizliğin, cinsiyet ayrımcı adaletsizliğin arasındaki noktaları birleştirmeliyiz. İnsanları içlerindeki cevheri alıp ıskartaya çıkarılacak ham maddeler gibi gören güvencesiz istihdam ekonomisi ile yeryüzünü aynı vurdum duymazlıkla talan eden şirketler arasındaki ilişkiler ağını çizip göstermeliyiz.
İklim değişikliğine karşı mücadele
Ve bu güvencesiz istihdam ve talan ekonomisinden, yeryüzünü ve birbirimizi gözetip kollama ilkeleri etrafında birleşmiş -bizi gözetenlerin, toprağımızı ve suyumuzu koruyanların saygı görüp kıymet verildiği- bir topluma ve ister yangın tuzağına dönüşmüş konutlar ister kasırgaların tarumar ettiği adalar olsun, hiçbir yerin ve hiç kimsenin ıskartaya çıkarılmadığı bir dünyaya doğru nasıl ilerleyebileceğimizi tam olarak gösterebilmeliyiz.
İklim değişikliği ile mücadele, daha adil ve daha demokratik bir ekonomi inşa etmek için yüzyılda bir karşılaşılacak bir imkan sunuyor. Fosil yakıtların terk edilmesi sürecinin maliyetine kirletenlerin daha büyük oranda katılacakları bir sistem inşa edebiliriz; etmek zorundayız. Yoksul ülkelerin ekonomi ve ekolojilerinin istikrasızlaştırılmasında oynadıkları tarihi rolü hesaba katarak Britanya ve ABD gibi zengin ülkelerde, küresel güneye olan borcumuzu yansıtacak uluslararası finansman ve göç politikaları oluşturmalıyız.
İngiliz İşçi Partisi dünyanın dönüşümüne dair ne kadar iddialı, tutarlı ve bütüncül bir resim çizebilirse, o kadar güven veren bir iktidar olacak.
Dünyanın her yerinde Sol için, kazanmak ahlaki bir zorunluluk. Daha azına razı olamayız: Kaybedeceğimiz çok şey var; zamanımızsa çok az.
https://www.theguardian.com/commentisfree/2017/sep/28/labour-shock-doctrine-moral-strategy-naomi-klein