Bir kelimeyi sürekli olarak tekrar etmek, tanımlanamayan bir his, bir soyutluk, bir anlam verememe haline yol açabilir; umut umut umutumutumu tumu tumu tumutumut umut………..
Evet, yaşanan hayal kırıklığı nedeni ile Kıbrıs sorunundan, yani kendi kendimizden sıkılmış olabiliriz; biliyorum. Ancak ne yazık ki bir süre daha bu konuya devam etmek zorundayız. Bir umudumuz var mıydı veya olabilir miydi veya ne zaman olabilirdi?
Bunun dışında tek sorun adanın iki yanındaki iki toplum arasındaki sorunlar mı? Her fırsatta görünen o ki; hayır… Çünkü, iki toplum arasındaki henüz “kapanmamış hesaplar(!)”ın benzeri, Kıbrıs’ın salt Kuzeyi’nde yaşayan bizler için de geçerli… Geçmiş dönemlerde nasıl Kuzey’de kalan bu toplum içerisinde yaşanan haksızlıklar bir diğerini doğurmuşsa, bugün için bundan kaynaklanan “hınç” hissi sürmekte ve her fırsatta su yüzüne çıkmakta… Bunu Mont Pelerin sürecinde yeniden yaşanan kamplaşmada da açıkça görüyoruz… Salt tek topluluk içerisinde dahi kazanma-kaybetme kavgasına indirgenen bir yaklaşımla yüzleşmeden, diğer konularda, “diğer” toplumla olması gereken ilişkileri nasıl dönüştürebiliriz ki? Bir sistem içerisindeyken o sistemi yıkmak gerçekten ne kadar zormuş…
Yine de herşeye rağmen iki toplumdan yola çıkarsak ve dün Mont Pelerin dönüşü yapılan açıklamaya bakarsak Cumhurbaşkanı Mustafa Akıncı’nın “Neden başarılı olunamadı?” diye sorduğunu görürüz… Aslında bu soruyu son yaşanan gelişmeleri sıralayarak ve/veya “masa”ya özel gerekçeleri sayarak, indirgeme yolu ile cevaplamak mümkün değil ve/veya mümkün olmamalı…
Her iki toplum için de geçerli olmak üzere, bu sorunun cevabı “karşı taraf”, “pazarlık”, “talep”, “koz”, “al-ver” gibi kavramlarla izah edilmeye çalışılmamalı… Hele “barış anlaşması” kavramı altında bu “intikam”ı veya “hesaplaşma”yı andıran kelimeler 40 yılı aşkın süredir nasıl kullanılıyor olabilir ki(?)…
Dünyanın birçok yerinde etnik çatışmalar nedeni ile ve genellikle çatışmaların sona erdirilmesi çabaları kapsamında “barış anlaşmaları” gündeme gelmekte ve bu anlaşmalar ile sadece “negatif barış” yaklaşımından hareketle çatışmanın sona erdirilmesi değil, “pozitif barış” anlayışı ile toplumu dönüştürmek, uzlaşma ve geçmişle yüzleşme maksadı ile çeşitli mekanizmaların oluşturulması öngörülebilmekte veya buna teşebbüs edilebilmektedir. Diğer bir deyişle, rejim değişiklikleri ve/veya çatışmaların sonlandırılarak “barış anlaşmalarına” imza atılmaya çalışılması bir sonuç olarak karşımıza çıkmata ve, etnik çatışmalar üzerinden gidersek, sona eren çatışmalar neticesinde ortaya çıkan bu anlaşmalarda, çatışmalar nedeni ile yaşanan insan hakları ihlalleri giderilmeye ve bu bağlamda geçmişle yüzleşmeye yönelik mekanizmalar devreye sokulmaya çalışılmaktadır.
Kıbrıs sorununun çözümü için anlaşma çabaları yıllardır kapalı kapılar ardında sürerken, aradan geçen bu uzun süre içerisinde zaman zaman toplumların çeşitli kesimlerince “yüzleşme” talepleri gündeme gelmiş, ancak bu talepler kimi zaman yine başka bazı kesimlerce “henüz zamanı” değil ve/veya benzeri argümanlarla bastırılmıştır.
Bunca yıldır liderlerin görüşmelerde kullandıkları ve yukarıda da bahsedilen jargon, görüşmeler sonrası yaptıkları kısıtlı açıklamalar ve görüşmelerin çöktüğü zamanlarda daha geniş bir çerçeveye yayılıp çeşitli isyan ve suçlayıcı içerikteki açıklamalar bize, liderlerin aslında büyük ölçüde, geçmişten gelen ve iyileştirilmeyen yaralar yüzünden, toplumlarda halen varolan tatminsizliği gidermek amacı ile birbirilerinden “taviz koparma”ya çalıştıkları ve bu siyasi jargon aracılığı ile kendi toplumlarının bir kısmını ikna etmeye çalıştıkları anlaşılmaktadır. Bu bağlamda bugüne dek bu durumun bu noktaya gelmesinin önüne geçmek için (belli başlı sivil toplum örgütlerinin ve akademisyenlerin çalışmalarını bir yana koyarsak) iki toplum yetkilileri tarafından resmi bir adım atılmamış ve uzun sürecek bir iyileşme süreci es geçilerek, pozitif barış anlayışına geçiş süreci bir “barış anlaşması” imzalanmasına ötelenmiştir. Böylelikle de çok uzun süre boyunca toplumlararası ilişkilerin yapılandırılması için herhangi bir adım atılmamış ve/veya atılamamıştır.
Bu bağlamda kişilerin içerisinde bulunduğu karmaşık ruh halini ortaya koymak yerinde olabilir:
“…oraya [kuzey] gidiyorum ve hayatın nasıl geçtiğini görüyorum, ve Kıbrıslı rumlara sinirleniyorum-ya hep ya hiç şeklinde bir yaklaşımları var, ve en sonunda hiçbirşey alamayacağımızı düşünüyorum. Fedakarlık kelimesini bilmiyoruz. Aynı zamanda Kıbrıslı türklere de canım sıkılıyor; çünkü Kıbrıslı rumlara güven vermek için yapabilecekleri şeyler var. Evet siz 50lerde, 60larda ve 70lerde acı çektiniz, ama biz de acı çektik. Kıbrıslı türkler ödüllerini aldılar, çektikleri acılar için, toprak ve kendi devletleri vs. Ancak Kıbrıslı rumlar kendi çektikleri acılar için birşey almadılar. Ve Kıbrıslı türkler buna karşı hassas olmalı.”[1]
İşte empati ve kızgınlığın bir arada oluşu ve gerçekliği böyle birşey…
Belirtmek gerekir ki geçmişle yüzleşme ve uzlaşma mekanizmalarının en önemlilerinden biri çatışmanın esas sebeplerinin de ortaya çıkmasını sağlayan, mağdurlara yaşadıkları ihlalleri anlatma fırsatı veren ve/veya ortak bir tarih oluşturulmasına da hizmet eden hakikat ve/veya uzlaşma komisyonlarıdır. Kıbrıs’ta da bu tür bir Komisyona olan ihtiyaç sıklıkla dile getirilmekte birlikte, belirtmek gerekir ki, komisyonlar yanında, ortaya çıkan ihlallerden doğan zararların giderilmesi, kişilerin mümkün olduğunca ihlalden önceki duruma döndürülmeye çalışılmasına yarayacak çareler de bulunmaktadır. Bu tür çarelerin özellikle çatışmadan çıkan toplumlardaki önemi, devletlerin ağır insan hakları ihlallerinin varlığını kabul etmesi ve bunların giderilmesi için yöntemler geliştirmesi sorumluluğu olmasının yanında, bir daha bunların yaşanmayacak olmasına dair iradenin gösterilerek ilgili ülkede yaşan insanlar arasındaki ilişkilerin yeniden düzeltilmesi, inşa edilmesi ve/veya onarılması gelmektedir.
Bunların karşılıklı irade ile ve karşılıklı olarak oluşturulması, mağdurların “barış” sürecine katılımını da sağlamaktadır. Bu hususa bir de, bu çarelerle ihlallerin resmi olarak tanınmış olduğu gerçeği de eklendiğinde etkin bir sonuca varma iradesinin en azından ortaya konulduğu ve bu şekilde toplumdaki ilişkilerin iyileştirilmesine hizmet ettiği belirtilebilir. Bugüne değin bu alternatifler üretilmiş olsa idi, başka sorunlar yanında, kapalı kapılar ardında yürütülen görüşmelerin yol açtığı toplumlararası derinleşmeler bir nebze olsun azaltılabilirdi.
Bu tür mekanizmaların bugüne kadar kurulmamış olmasının sebebi gerçekten bunun “zamanı olmadığı” için karşı çıkılması mı veya anlaşma olmadan bu tür adımların atılması halinde sürecin gerçekten de zarar göreceği inancı mı olduğu bilinmez. Eğer sorun ikincisi ise sormak gerek; bugüne kadar süreç zaten halihazırda uygulanan yöntemlerle zarar görmedi mi? Eğer birincisi ise; yüzleşme ve uzlaşma mümkün değil diyenlerin inanılır yanı olmadığını belirtmek gerek. Çünkü örneğin, ama sadece örneğin, PRIO tarafından yapılan bir araştırmaya göre Kıbrıslıların birbirlerinin varlığını kabul etmeye açık olduğu ve sıcak baktığı belirtiliyor. Üstelik bu yakınlığın, özellikle çatışma yıllarında etkilenenlerde daha da göze çarptığı, Annan Planı’nın ardından her ne kadar adadaki ayrılığın pekiştiği söylense de kişiler arasında, halen bunun değişebileceğine olan bir inancın var olduğu belirtiliyor.[2]
Bazen neyin niçin yapıldığını/yapılmadığını ve olan biteni anlamak zor olabilir. Ancak diplomaside, diplomatların beğenmedikleri bir tablo için, tabloya bakıp “Çerçevesi çok güzelmiş….” dediği ve aslında resmin çirkin olduğunu ima ettiği bir dünyada bazı şeyleri anlayamıyor olmak hiç de tuhaf sayılmaz…Bu yazıda geçen cümleler bir hayal ürününden ibaret olabilir, ama ben yine de umutluyum ya da belki de diplomasisiz bir hayatta mutlu olurduk… Umutluyum umutluyumumutluyum umutluyu mutluyum umutluyum….
[1] Gürel A., Hatay M., Yakinthou C., ‘Displacement in Cyprus Consequences of Civil and Military Strife Report 5, An Overview of Events and Perceptions’, Prio Research Institute, 2012
[2] Sitas A., Latif D., Loizou N., ‘Prospects of Reconciliation, Co-Existence and Forgiveness in Cyprus in the Post-Referandum Period -Report 4/2007’, Prio Research Institute, 2007