Eğer bir kelebeği öldürürseniz canavar, bir hamamböceğini öldürürseniz kahraman olursunuz.
Nietzsche’nin, insanların ahlaki yargılarının ne kadar öznel olduğunu göstermek için verdiği örneklerden biridir bu.
Kafka’nın Gregor Samsa’sı sabah bir hamamböceği değil de bir kelebek olarak uyansaydı, belki de kaderi bambaşka olurdu.
Geçenlerde biriyle tanıştım. Değişik bir ismi vardı. Nereden geliyor diye sordum. Babasının ilk aşkının adıymış. Cesurca bir tercih diye düşündüm. Ona Nazım’ın Piraye’sini ve Vera’sını anlattım. Ama Orhan Veli’nin bu meseleye bakışı farklıdır. “Pek muteber” biri olduğunu biliriz, fazlasını değil. Her yiğidin yoğurt yiyişi kendine; saygı duymak gerekir. Gidip Orhan Veli’nin kapısını çalıp “bana sevgilinin adını söyle” diyecek halimiz yok ya.
Farklılıklar zenginliktir. Buna da herhalde kimsenin itirazı yoktur.
Ama farklılıkları kutlarken sorumluluklarımızı unutabilir miyiz?
Bir doktor, “Seni sevmedim Ramazan, babanı da sevmezdim zaten; o yüzden seni muayene etmiyorum,” diyebilir mi? Hele de durum kritikse, böyle bir hakkı olabilir mi?
Aklı başında, mesleğine saygı duyan bir doktor bunu neden desin?
Elbette gidip kafasına silah dayayıp “bakacaksın ulan!” diyecek halimiz yok. Ama böyle bir tutumun etik ve hukuki sonuçları olur. Çünkü bu, yüksek maliyetli bir tercihtir. Hastanın hayatına bile mal olabilir.
Doktor, hastasını muayene ederken istediği yöntemi keyfine göre seçebilir mi? Hayır. Deney yapabilir ama bunun bir sınırı, bir sorumluluğu vardır.
Hipokrat yemini bu yüzden vardır: “Önce zarar verme.”
Bu, hiçbir şey yapma demek değildir; ama yaparken zarar vermemeyi ilke edin demektir.
Ve bu sadece tıp için değil, tüm kamu görevleri için geçerlidir. Bürokrat da, siyasetçi de, bir kamu görevi yürütüyorsa aynı etik çerçeveye tabidir.
Bugün Kuzey Kıbrıs’ta kilit kamu pozisyonları için yapılan seçimlerin meşruiyeti sorgulanır haldeyken ve bu duruma muhalefetin desteği varken, kamusal sorumluluk meselesi daha da önem kazanıyor.
Burada John Stuart Mill’i anmak gerekir.
Mill’e göre bireyler, başkalarına zarar vermedikleri sürece özgürdür – özgürlük sınırsız değildir.
Mill’in özgürlük savunusu aynı zamanda kamusal çıkarı korumak için sınırlayıcıdır.
Yani bir siyasetçi çıkıp, “Ben böyle hissediyorum, bu yüzden açıklama yapmıyorum,” diyebilir mi? Der elbette.
Ama bu tercihin de bir bedeli olur. Çünkü siyaset, kişisel bir alan değil, kamusal bir sorumluluktur.
Demokrasi söz konusu olduğunda, susmak da konuşmak kadar bir tercihtir. Ama her tercih, kendi ahlaki ve toplumsal sonucunu doğurur.
Sessizliğin sonucu nedir? Güvenin aşınması, kurumların zayıflaması ve sonunda demokratik meşruiyetin sorgulanmasıdır.
Batı demokrasilerinde bu tür tutumlar ciddiyetle değerlendirilir.
Susmak, stratejik davranmak, “günü kurtarmak” belki anlaşılır olabilir.
“Şark kurnazlığı” dediğimiz, duruma göre pozisyon alıp sorumluluktan kaçma hali, kısa vadede akıllıca görünebilir.
Sonuçta “şark kurnazlığı” vardır, “garp kurnazlığı” diye bir şey yoktur…
Ama konu demokrasi olunca, bu tür hesaplar yalnızca kurumlarda değil, toplumsal hafızada da iz bırakır.
Kısacası mesele, “sevdiğimiz için yapmadıklarımız”la değil, “sorumluluğumuz olduğu halde yapmadıklarımızla” ölçülür.
Gregor Samsa kelebek olsaydı da mesele aynıydı:
İnsan, bazen neye dönüştüğüyle değil, nasıl davrandığıyla hatırlanır.
Susmak mı istiyorsunuz? Buyurun, tam sırası. Biz soru sorunca ‘pozisyon almaya zorluyorsunuz’ diyorsunuz.
Haklısınız… Ne de olsa gerçek demokrasilerde halk soru sormaz, vekiller de cevap vermez!
Demokrasi, vekilim, senin rahatın için değil, halkın hakları için vardır.