Bu yazı, Can Koçak tarafından Mae Losasso’nun Jacobin’de yayımlanan yazısından çevrilmiş ve 5 Şubat 2024 tarihinde Vesaire’de yayımlanmıştır.
Emerald Fennell’ın sınıf meselesine odaklanan gotik gerilimi Saltburn’ün yarattığı heyecan yavaştan kaybolurken bir konuda mutabakata varılmış gibi görünüyor: Film nefsine o kadar düşkün ki kendi meselesini harcıyor, topladığı takdirden çok mem ürettiriyor. Kasımda gösterime girmesiyle zengin TikTok kullanıcıları kendi malikanelerinden videolar paylaşmaya başladı, Sophie Ellis Bextor’ın 2001’de yayımlanan –ve filmde kullanımı vesilesiyle Britanya müzik listelerine yeniden girip yeni yılın ikinci haftasında ikinci sıraya kadar yükselen– hit şarkısı “Murder on the Dance Floor” eşliğinde dans ederek filmin son sahnesini yeniden canlandırıyorlardı. The Guardian’da bir eleştirmenin belirttiği gibi, “Saltburn’ü izleyene dek Oxford ya da Cambridge’e gitmeyi hiç düşünmemiştim. [Fennell] hem Oxford’u hem de zenginliği olağanüstü derecede eğlenceliymiş gibi gösteriyor.” Yüzeysel bir okuma yaparsak, Saltburn sayıları sürekli artan, korkunç bir zenginliğe sahip insanların çöküşünü anlatan tüyler ürpertici hikayelerle dolu eat-the-rich (zenginleri yiyin) filmlerinden biri gibi. Gerçekte ise izleyicilere yamyamları taklit etme isteğini aşılıyor.
“Zenginleri yiyin” filmleri ekonomik gerçeklerle örtüşüyor. Oxfam’in 2023’te yayımladığı bir rapora göre yirmi beş yıldır ilk kez aşırı zenginlik ve aşırı yoksulluk birlikte artmış, en zengin yüzde 1’lik kesim 2020’den bu yana üretilen her türlü yeni varlığın neredeyse üçte ikisine sahip. Ruben Östlund’un Triangle of Sadness’ı ya da Mark Mylod’un The Menu’sü gibi filmler bu uluslararası hırsız baronlar sınıfını başarıyla hicvediyor. Örneğin Östlund’un gemisindeki yaşlı İngiliz çift, savaştaki ülkelere milyarlarca dolar karşılığında sattıkları bombalardan biri yüzünden ölüyor. Saltburn ise Triangle of Sadness ve The Menu’nün aksine daha eski bir sınıfsal düşmanı, İngiliz aristokratları hedef alıyor.
Oxford’a burslu gelen –Barry Keoghan’ın canlandırdığı– Oliver Quick’in ev hayatı da mali durumu da vahimdir. İlgi duyduğu oğlan güzeli Felix Catton onunla arkadaş olur, ona acır, ona merak uyandıran bir “gerçek dünya” objesi gibi davranır, onu ailesinin evi Saltburn’de (Film için 16. yüzyıldan kalma bir İngiliz malikanesi olan Drayton House, yani gotik romanın öncüsü Horace Walpole’un şefkatle tanımladığı gibi “Birçok ilginç parça bulunduran saygıdeğer bir çirkinlik abidesi” kullanılmış) yaz boyunca sürecek bir tatile davet eder. Nemle ve şehvetle dolu bu yaz boyunca Oliver’ın Catton ailesine artan takıntısı, ailenin her üyesi için ölümcül sonuçlar doğurur.
Belli ki Fennell, bile isteye Brideshead Revisited’ın [Brideshead’e Son Gidiş] benzerini yapmaya çalışmış, ama aynı karışım bu sefer işlemiyor. Robdöşambrlarıyla 1940’larda yazılmış bir romandan fırlamış gibi görünen züppe lordlar ve hanımlar 2024’te inandırıcı bir düşman değil, çünkü gerçekte ne sayıları o kadar fazla ne de net varlıkları. Modern toplumların gerçek yönetici sınıfı uluslararası ultra zenginler. Saltburn Britanya’nın üst sınıflarını tuhaf tarih romanlarından fırlamış gibi yansıtarak sınıfsal hicvin saldırganlığına kıyasla fazla sevimli kalan bir aristokrasi sunuyor. Yalnız bunu yaparken 21. yüzyılda ülkenin orta sınıfının kafa yapısına dair bir şeyler de ifşa ediyor.
Filmin en beklenmedik sürprizi, Felix uyuşturucudan cılkı çıkmış, yakın zamanda eşini kaybetmiş annesini görmesi için Oliver’ı Liverpool’a götürdüğünde geliyor. Ortaya çıkıyor ki Oliver’ın annesi de babası da oğlunun anlattığı gibi değil. Ne anne o kadar muhtaç ne de baba o kadar ölü, annesi pasta pişirirken babası bahçeyle ilgileniyor. Yarı müstakil evlerinin bej renkli oturma odasında üniversiteli oğullarına ve onun sosyetik arkadaşına saygıda kusur etmiyorlar. Ev de içindekiler de hayallerdeki en sıradan orta sınıf imgesinin net bir karşılığı.
Film de bu eksende dönüyor. Catton ailesine duyduğu tutkulu sevginin anlam kazanması için Oliver orta sınıf olmak zorunda, Felix’i –ve bizi– inandırdığı gibi işçi sınıfına mensup olamaz. Oxford’dan aldığı bursla Oliver, İngiltere’de sağcı sınıf atlama vurgusunun neden olduğu çelişkili orta sınıf zihniyetini temsil ediliyor. Yüksekleri hedeflemek Thatcher’dan bu yana Muhafazakar Parti’nin politikalarının merkezinde yer aldı, artık İşçi Partisi tarafından da benimseniyor. Britanya’da aristokrasinin varlığı toplumun bu kesimine kendilerinin toplumsal düzende nerede durduklarını anlama şansı veriyor, işçi sınıfından eğitimleriyle, üst sınıfla doğuştan ayrışıyorlar. Sağcıların gasp ettiği, kapitalizmin istikrarlı hale getirdiği yükselme arzusu, Britanya’da devrimci bir coşku değil üsttekilere karşı kıskançlıkla beslenen, kafası karışık bir sevgi üretmiş durumda.
Bu yüzden de Saltburn’ün meselesi zenginlere gününü göstermek değil, eski toplumsal yapılara duyulan nostalji. Filmin sonunda Oliver, Felix’in annesi Lady Elspeth’e planını açıklarken yüzündeki lateks maskeyi çıkarsa ya da beyaz bir kediyi okşasa yeri. Catton ailesinin her üyesinin ölümünü meğer o planlamış, evi ele geçirmek için.
Elspeth hastane yatağında ölürken, vasiyet infaz memurları onun bilinci kapalı bedeninin üzerinde hoplayıp zıplayan Oliver’ın malikanenin tek sahibi olduğunu belirten kağıtları imzalamakla meşgul. Orta sınıfın zaferi aristokratlardan intikam alarak değil, ülkedeki bir araziyi olabilecek en İngiliz yöntemle, mirasla ele geçirerek geliyor. Nairn-Anderson tezinin (1960’larda New Left Review dergisinde geliştirilen bir dizi argüman) ilginç bir örneği olarak Oliver’ın Saltburn’ün sahibi olması devrimci bir eyleme değil statükoyu sürdürebilecek yollardan birine işaret ediyor. Film, Britanya’nın soylu geçmişini tehdit ediyor gibi görünen aşırı zengin, kültürel açıdan bomboş elitlerin yükselişinden kaynaklanan varoluşsal bir orta sınıf endişesine ihanet ediyor. Bu korkuya karşılık olarak Saltburn odağını entelektüel, Evelyn Waugh kokulu bir aristokrasi idealine kaydırıyor. Shakespeare okuyup Bernard Palissy seramikleri toplayan, farkına varılacak derecede beyaz bir yönetici sınıfı bu.
Oysa Britanya’nın aristokratları hiçbir zaman parlak kültürel kahramanlar olmadı, Waugh’nun zamanında bile. Günümüzde kraliyet ailesi de ataları kadar kültürsüz (bkz. Prens Harry’nin 2023’te edebiyata sunduğu katkı). Tabii gerçekler nadiren hislerin önüne geçecek kadar güçlü, özellikle de Britanya’nın tarihi şahsiyetlerine karşı duyulan tarikat müridi hayranlığına ters düştüklerinde. Hindistan’da kıtlığa neden olan, ırkçı görüşleri açıkça destekleyen Winston Churchill Muhafazakar Parti’nin kaymak tabakasının meşhur figürlerindendi, yine de 2002’de BBC’nin yaptığı bir ankete göre tüm zamanların en büyük Britanyalısı seçildi.
Ülkenin orta sınıfının aristokratların tarihine duyduğu derin nostaljiyi anlamak için gerçek Saltburn’e, yani Drayton House’a gitmek yeterli. Ziyaretçiler, “yalnızca randevuyla” kabul edilen araziye girip evi ve bahçeleri gezebilmek için malikanenin mevcut sahibi Stopford-Sackville ailesine (ilk Sackville vikontu George Germain, evi 1769’da mirasçısı olmadan hayatını kaybeden Lady Elizabeth Germain’den alıyor, tıpkı Oliver Quick gibi) yazabiliyor. Drayton gibi özel mülklere ziyaretçiler her yıl akın ediyor, National Trust [Ulusal Vakıf] ve English Heritage’ın [İngiliz Miras Vakfı] sahip olduğu (yüksek bilet fiyatları karşılığında halka açık) mülklere de öyle.
Eleştirmenler Saltburn’ün aristokratları bu denli sempatik göstermesini çözümlemekte zorlandıysa, bunun nedeni filmin uzun süredir orta sınıf zihniyetini niteleyen, aşırı zengin elitlerin İngiliz kültürü için oluşturduğu tehditle ilgili korkularla daha da karışan çelişkilere ihanet etmesi. Nihayetinde Fennell’ın filminin ne “söylediği” hiç önemli değil, tutarsızlıklarına açıklama getirmeye çalışmak ya da “mesajını” anlamlandırmayı denemek de öyle. Orta sınıf hassasiyetlerinin bir ürünü olarak Saltburn’ün 21. yüzyılda İngiltere’de toplumsal hiyerarşilerin hâlâ el üstünde tutulduğuna dair ifşaları ise son derece dikkat çekici.