Günümüzün insanı, çok şey yaşıyor gibi görünen ama aslında hiçbir şeyi tam olarak hissedemeyen bir zamana sıkışmış durumda. Hepimiz sabah uyandığımız andan itibaren görünmez bir yazılımın içine dahil oluyoruz: bildirimler, haber akışları, hızlıca tüketilen bilgiler, yüzeysel karşılaşmalar… Her şey büyük, hızlı ve yoğun görünüyor. Fakat içimizde kalan duygu miktarı şaşırtıcı derecede az. Gün boyu onlarca şey olup bitiyor; tartışmalar, açıklamalar, başarı gösterileri, yeni trendler… Ama gün sonunda elimizde kalan yalnızca ufak kırıntılar. Biraz huzursuzluk, biraz yorgunluk, yer yer hayal kırıklığı.
Büyük bir yaşantı devasa bir görüntüye sahip; fakat içsel karşılığı sönük bir yankıdan ibaret. Toplumun büyük bölümü, dev bir ekranda rol alıyormuş gibi hareket ediyor: Filtreden geçirilmiş mutluluklar, prova edilmiş gülüşler, sanal yakınlıklar, ölçülü ve hesaplı duygular… Modern insanın ilişkisi bile gösteriye dönüşmüş durumda. Birine dokunmadan yakınlık kuruyor, gözlerine bakmadan sevdiğimizi söylüyor, iç sesimizi duymadan yaşamı sürdürmeye çalışıyoruz. Oysa duygular eskiden ağırdı. Bir cümlenin ağırlığı vardı. Bir pişmanlığın geceyi sabaha kadar bölme gücü vardı. Bir insanın yüzüyle karşılaşmak, içe işleyen bir temas yaratırdı. Şimdi her şey çabuk geçiyor; yaşanıyor ama içimize işlemiyor.
Hissetmek yorucu geldiği için hızlandırıyoruz, derinleşmek vakit aldığı için yüzeyde kalıyoruz. Bugün insanlar bilgi toplumu olmaktan gurur duyuyor. Bilgi akıyor, birikiyor, depolanıyor. Fakat duygu aktarımı neredeyse kesintiye uğramış durumda. Bir dostluğu uzun uzun konuşarak değil, kısa bildirimlerle sürdürüyoruz. Bir sevgi derinleşmeden tüketiliyor. Bir acı, paylaşılmadan soğutuluyor. Oysa duygu, bilgiden daha zor bulunur bir şeydir; bilgi çoğalır, duygu azalır. Belki de asıl trajedi şu: İçimize sızacak kadar duran bir an üretemiyoruz artık. Bir gökyüzüne uzun süre bakmıyoruz, bir ağacın gölgesi üzerimize düşmeden yer değiştiriyoruz. Kendimize eşlik eden bir cümleyi bile zihnimizde bekletmiyoruz. Yaşadığımız şeyler var, evet ama kaydedilmiyor; iz bırakmıyor. Biz büyümeye çalışırken, derinleşmekten vazgeçiyoruz. Yetişmeye çalışırken hissetmeyi unutuyoruz. O yüzden günün sonunda büyük bir eksiklik kalıyor:
“Bugün bir şey yaşadım ama tam olarak içimde yer etmedi.”
Belki de bu nedenle birçok insan gece uyumadan hemen önce içsel bir çöküş yaşıyor. Gündüz hızla tüketilen duygular, gece birer moloz gibi üstümüze yığılıyor. Çünkü insan, hissetmediği her şeyi gecenin sessizliğinde fark eder. Ve hayat, ne kadar hızlı yaşarsak yaşayalım, ne kadar tüketirsek tüketelim bizden bir şey ister: Bir anın içinden geçip, onun bizde bıraktığını sahiplenmek. Asıl sınav, bilgiyle değil; hislerle veriliyor. Ve belki de bugün en çok eksilen şey tam da bu:
İçimizde ağırlığı olan yaşantılar.
Öperim Hırpalanmış Kalbinizden….
Görsel: Gazedda AI