Son buzul çağının 14,000 yıl önce sona erdiği kabul edilir. Kıbrıs’ta ise ilk insan izine ait bulgular 12,000 yıl önce, Limasol’a bağlı Aetokremnos köyündeki “Kartal kayalığı” ismi verilen mağarada görülür. Milattan Önce 8800 yılında, yani yaklaşık 10,000 yıl önce ise ilk yerleşik hayat bulgularına Baf’ın Agia Varvara köyünde rastlandığı bilinir. Bu bulgular ışığında Kıbrıs adasında, insanların bir arada yaşam pratiği 500 nesil önceye dayanır.
O günden, bugüne Kıbrıs adasını yurt bilenler, sayısız eseri bu topraklarda bıraktı. Mesela, Mağusa’da 3,000 yıl önce yapılan Salamis Antik Tiyatrosu birçok önemli etkinliğin ev sahipliğini yapmaya devam ediyor ancak bugün adada ikamet edenler, 1999 yılında yanan Kıbrıs Türk Devlet Tiyatroları binasının yerine yeni bir tiyatro inşa edebilmiş değiller.
Zamanın sonsuzluğunda, galaksinin dikkate bile almaya değmeyecek kadar küçük bir noktasını işgal eden yurt bildiğimiz adamızın, insanlık tarihi açısından heyecan verici detaylara sahip olmasına inat, ajans haberleri propaganda üretmeye devam ediyor; yapılan konuşmaların ana fikri adayı yurt bilen insanların programlanmış robotlar gibi hareket etmesinden ibaret.
Özgür insan olma deneyimini talep etmek ve özgür bir yurdun biriktirdiği kadim bir deneyimin bir parçası olarak gelecek kurabilmenin bir tarafa bırakılması buyuruluyor bugün çocuklara. Her şeyin 1974 yılında başladığını, ondan öncesinin toz bulutu olarak algılanması gerektiği anlatılıyor.
Temmuz ayında duyduğumuz ve gördüğümüz her şey, ada insanlarının tam olarak nerede başladığını net olarak kestiremediği ve muhtemelen hangi önceki zamandan miras taşıdığı da bilinmeyen birikmiş bir hıncın sürekliliğini sağlar.
Güvenin oluşmasını engelleyen ve sürekli üretilen söz konusu durumu meşrulaştırabilecek olan düşmanlık deneyimine dair yaşanmış olaylar neredeyse tamamı 50 yıldan eskidir. O yüzden nereye dönsek, gözümüzü dünyaya açmadan önce yaşanmış olayların sembolizmine göre kararlar almamız zihinde derin bir yarılma yaratıyor.
Oysa, adanın zengin tarihinin en önemli boyutlarından biri de, adayı kontrol etmek isteyen güç odaklarının insanlığın tarihi kadar geriye dayanan savaşlarıdır. Onlar yolcu, biz hancı olsak da adanın tarihini savaşların gölgesinde ayrıştırmak zor. Belleğimiz bilmediği tanrıların ve tanımadığı kahramanların yaraları ile doluyken, bazı tarihi anlatıları yeniden keşfetmek gerekiyor.
Mesela, dört yüzyıldan uzun bir zaman önce, Osmanlı donanması Mağusaya ulaştığı zaman Kaptan Müezzinzade Ali Paşa, Mağusa’nın komutanı Bragadinoya teslim olma çağrısı yapar. İddiaya göre, Bragadino ise Ali Paşaya, başparmağını işaret parmağının altından geçirerek bir hareket çeker ve Ali Paşaya direneceğini söyler. Bugün dahi kendimizi ifade ederken kullandığımız hareket, Osmanlı – Haçlı ilişkilerinden bugüne yansıyan Türk – Avrupa ilişkilerine başka biçimlerde yankılanacağını kim bilebilirdi ki?
Bragadino, Mağusa Kalesinde 11 ay boyunca direnir ancak kuşatmaya dayanamaz. Mağusa’nın teslim edilmesi karşılığında, kimsenin canına zarar gelmemesi üzerine anlaşır. Ancak, Lala Mustafa Paşa sözünü tutmaz.
Lala’dan güç bulan, Ali Paşa, Kumandan Bragadino’nun hareketine içerledi diye mi yaptığı bilinmese de, onun derisini yüzer. Aleme ibret olsun diye adanın etrafında gezdirir. Kahraman Bragadinonun derisini gören adalılar yeni efendilerine diz çökerken, Kaptan Müezzinzade Ali Paşa, Kıbrıs savaşından günler sonra dönüş yolunda Osmanlı donanmasının başında Haçlı donanması ile karşılaşır.
İnebahtı deniz savaşında bu kez Kutsal Roma İmparatoru 5. Karl’ın gayrimeşru çocuğu olan ve Kıbrıs’ta yaşanan kayba karşı oluşturulan haçlı ittifakında amiral olma şartıyla katılan Amiral Avusturyalı Juan ile Müezzinzade Kaptan Ali Paşa karşılaşır. Avusturyalı Juan, Osmanlı donanmasını yerle bir eder. Müezzinzade Kaptan Ali Paşanın öldürülmesi ise tarihe bir başka hınç faturası olarak geçer. Bragadino’nun derisini de Osmanlı’dan almayı başaran Avusturyalı Juan amiral olarak kendini kanıtlarken, Bragadino’nun derisi hala Venedik’teki bir kilisede sergilenmektedir. Avusturyalı Juan’ın zaferi, Osmanlının akdenize erişimini sınırlandırırken, Akdenizdek bir başka eski anıyı da yeniden canlandırır. Ekim 1571’de yaşanan İnebahtı Savaşındaki Osmanlı mağlubiyeti, Perslerin Akdenizdeki helen kontrolünü ele geçirmeye çabası sırasında Milattan Önce 480 yılında yaşanan Salamis Muharebesi ile ilişkilendirilir. Perslere geçin vermeyen Helenlerden bin yıl sonra bu kez Haçlılar, Osmanlıları engellemiş bin yıl öncenin hatıratı yeniden canlanmıştır.
Bugün, üst akıl adanın tarihini bütünsel olarak görmeyi reddeder. Adalıların da bunu reddetmesi gerektiğine inanır. Bastırılan tarihin sancılarını görmezden gelerek, adada 1974’den itibaren ortaya çıkan “gerçeklerin” görülmesi gerektiğini emredilir. Ancak, 1764 yılında Mağusa’da isyan başlatan Tabanlı Halil’i, 1833’de Larnakalı Nikolaos Theseus ve Karpazlı Kalogeros Iooannikios ile birlikte isyan eden Baflı Gavur İmam’ı ise bastırırlar.
Faşist bir cuntanın ve işbirlikçilerinin şuursuz körlüğü ile açgözlülüğün jeopolitik arzularıyla birleştiği bir sabahın ardından, dünyanın güneş etrafında 50 kez dönmesinden ötürü, ondan önceki 11950 dönüşü yok saymamızı, bunca zamanda insanlığın ada üzerinde kurduğu tarihin seçilmiş bölümleri dışında kalan herşeye sırtımızı dönmemiz gerektiği anlatılıyor şimdilerde. Yüzyıl önce icat edilen, milli bir etnik kimlikle sınırlı insanlar olmamız ve öyle kalmamız emrediliyor.
1931 yılında çıkan bir isyan sonrasında Kıbrıs’ın yönetiminde yalpalamaya başlayan İngiliz kolonyalizminin, on yıllar boyunca Kıbrıs’ın insanları üzerinden yarattığı anomaliyi görmezden gelerek, normalmişçesine hayat kurmamız beklendiği gibi… Kendi kendine yalan söyleyerek var olabilmeyi normalleştirirken aynı zamanda ahlak bekçiliği yapmaktan geri durmayan efendinin isteği budur.
Tamir edilmeyen bir yaranın sonucu olan; kan, gözyaşı, yerinden edinme gibi sayısız insani trejediyle sonuçlanan bir parantezin yarattığı son hınç dalgasının çocukları olarak kalmamız gerektiğini kabul etmemiz emrediliyor. Bu kimliğin biçtiği dona karşı gelenler, işkembeden yakıştırmalara mahkum ediliyor. Makul ve asi olmanın kriteri, köleliği içselleştirmekten geçiyor. Adanın çocuklarına olan biteni unutup, geçmişi ve geleceği kavramakta zorlandıkları travmalarını içlerine gömmelerinin yolunu bulmaları uygun görülüyor. Sebebi çok ve belki de yok ama özetle, üst aklın ulvi çıkarları bunu gerektiriyor.
Sadece bir kere deneyimleyeceğimiz insan olma halinin keyfine varmaktan vazgeçip, kurgusal bir kimliğin esiri olmak dışındaki tüm özelliklerimizi hiçleştirecek duygusuz ve ruhsuz bir kitle, tektipleştirilmiş ulusal bir gayenin kurşun askerler olmamız isteniyor. Biçilen etnik kimliğin belirlediği sınırlar kadar özgür olmamız gerekiyor. Hatta, bu aşağılayıcı sonucu sorgulamayıp, sadece müteşekkir olmamız gerektiğine inananların sayısı hiç de az değil…
“Biz olmasaydık” ile başlayan üst perdeden açıklamalar, bugün ada insanının var oluş kaygısı taşıdığı ve bu kaygıya 50 yıl önce yaşananların çözüm olmadığı tespitine cevap veremiyor. Ancak, her ne hikmetse unutuluyor, unutturuluyor ve normalleştiriliyor.
Üst aklın taleplerine uyulmazsa, toplumsal olarak tasviye edilme riskinden söz edip, korku gündelik hayatın bir parçası haline geliyor. Canlı ve haklara haiz bir varlık değil de eşya gibiyiz artık, belli bir son kullanma tarihi olmasa da her an çöpe gitme riskinde olan, bir raftan diğer rafa kaldırırken anlam yüklediğimiz ama neden anlam yüklenildiğine dair bir türlü karar veremediğimiz diğer şeyler gibi…
Bir iddiaya göre, insanlar yerleşik hayata geçtikten sonra, bir arada yaşayabilmek ve toplumsal hayatı düzenlemek için bir mite ihtiyaç duyar.
Geçen zaman içinde, farklı inançlar ve kutsal olduğu kabul edilen anlatılarla birleşti ve nihayetinde dünyadaki egemen dinlerin oluşumunda rol oynadı. Modern zamanlarda dini mitoloji toplumsal ihtiyaçları karşılamak için yetersiz kaldı. Bunun için dini motiflerin yeniden tanımlanması modern devletin ortaya çıkmasında önemli rol oynadı. Dini ritüellerin yarattığı modern devletin en önemli iddiası zamanın ötesinde, ilelebet var olacağı iddiasıydı. Bu modern insana sonsuz bir güvence imkanı sunuyordu.
Egemenlik de kavramsal olarak, bugün yaşadığımız modern devleti doğuran önemli mitlerden biridir ve kaynağını kendi halkından aldığı söylenir. Halk dikey ve yatay katmanlardan oluşur; bu katmanlara ait olan farklı cemaat veya toplulukları da bir arada tutan başka birleştirici mitler vardır. Binlerce yıllık tarihin içinde, sayısız deneyimlere sahip topluluklara sahip olan Kıbrıs adasında birbirinden farklı dönem ve biçimlerde moderniteyi deneyimlerken, çok katmanlı iki cemaatli bir yapı ortaya çıktı. Kıbrıslıların moderniteyi deneyimledikleri süreçte olan bitenler ve bir temmuz hadisesi ile başlayıp on yıllarca sürdürülen katı bölünmüşlük, adadaki bir arada yaşam deneyimleri önemli bir biçimde sınırlandırdı.
Ancak, mitleri farklı olan cemaat ve topluluklar aynı izole coğrafyada yaşamak dışında başka bir çıkışı olmasından ötürü yaşam deneyimleri sınırlı etkileşime sahip olmasına rağmen ortaklaştı. Temmuz sıcağının dayanılmazlığına karşı memnuniyet getiren birini duydunuz mu veya yıl içinde defalarca okuduğumuz orman yangınlarına karşı duyarsız kalmak mümkün mü ? Yediği, içtiği, folklörü, yaktığı zeytin dalıyla kötülüğü kovması gibi tarihsel davranışlarından da vaz geçmeye yeltenmedi. Hellimine “peynir” denmesine tepki verirken, yerinden edilmiş olması meselesi hep çözümden sonrasında gelecek bahara ertelendi. Ana dair kaygılarını, sığındığı limanın sonsuz güvencesiyle değiş tokuş etmesini öğrenmişti bir kere.
Kendi yaşam döngüsü içinde hayati bir tehlike görmediği sürece tedbir alma konusunda gönülsüz insanlar olduğumuz bir gerçek. 50 yıl önce yaşananları, bugün bile tamamen insani bir biçimde alamayacak kadar geçmişin esiri olmaktan utanmadığımız da bir gerçek. Ancak, kaçınılmaz bazı değişiklikler yaşıyoruz. Hiçbir topluluğun, devletin kendi başına önüne geçemeyeceği sorunlar ile karşı karşıyayız ve hiçbir modern devlet tek başına sonsuz bir güvence verecek kabiliyete sahip değil. Bugün, önümüzdeki 50 yıla dair ortak bir tehlike ile karşı karşıyayız ve 50 yıl önce yaşananlar bu kaygıya cevap verecek durumda değil.
Geçtiğimiz ay, Kıbrıs Enstitütüsü iklim bilimcisi Dr. Giorgos Zittis, 50 yıl sonra, deniz seviyesindeki artışlardan dolayı ada kıyılarının %50’sinin tamamen ortadan kalkma, yok olmsa riskinin olduğunu ifade etti.
Başka bir deyişle, bir arada yaşam pratiğine yönelik ortaklaşmalara dair acil ve ciddi adımlar atılmazsa, 50 sene sonra Kıbrıs adasının bir kısmının kaybolması söz konusu olacak. 50 yıllık bölünmüşlük sancısının, topun, tüfeğin, tankın cevap veremeyeceği; hamasetin değer tanımadığı gerçek bir sorun ile karşı karşıyayız. Bu konuda irade göstermek yerine hamasete teslim olanlar; “bir karış toprak vermeyiz” veya “unutmayacağız” sloganlarının; belki de onlarca kilometrekare alan sular altında kalacak, karış değil kilometrelerce toprak sonsuza kadar unutulmak zorunda kalacak.
50 yıldır anlaşılamayan Kıbrıs’ın geleceği konusunda hakikatlare dayalı bir diyalog acil ve gerekli olmasına rağmen, kırmızı çizgilerin çekildiği alanlar bu kaygılardan çok uzakta. Etnik politikanın yarattığı körlük, üzerinde söz konusu unsurları misafir eden toprak yok olurken, geleceği kurma konusunda anlamsız bir gürültüye dönüşüyor. Savaş uçaklarının kutlama amacıyla geçerken çıkardığı gürültü gibi…
Kıbrıs’ın boğucu temmuz sıcaklarında, ne geçmiş konuşulması gerektiği gibi konuşuluyor, ne de gelecek hayal edilebiliyor. Temmuzun boğucu sıcağında, güvence arayışı ile hınç arasında salınan insanlar, güvencesiz bir biçimde atalarının veya akrabalarının gölgesinde aradıkları geçici konfora teslim olurken, ortak yaralarının tedavisinin yurt dedikleri coğrafyanın rehabilitasyonundan geçtiğini göremiyor.
Eski sözler yeniymiş gibi sunuluyor ve hamasi nutuklar kulakları sağır, gözleri kör ediyor. Temmuzun getirdikleri şu dizeleri hatırlatıyor “Bir insan eksik yaşıyorsa, ve bu eksikliği bildiği halde tamamlamak için uğraşmıyorsa/ Sen ne yapabilirsin ki onun için? / Senin hayatı ıskalama lüksün yok.”
Acıların üzerinde bayram yapanlar, dar görüşlü etnik gururla tatmin olanlar hayatı ıskalamaya devam edecek. Diğerleri ise başkasının balkonuna ektiği çiçekleri Temmuzun sıcağına inat sulamaya devam edecek. Temmuz’un karın boşluğundaki ağırlığına inat ettiğimizden, Nazım Hikmet’in dizelerinde söylediği gibi, bu toprağa zeytin dikmeye devam edeceğiz, çocuklara falan kalır diye değil, ölmekten korktuğumuz halde, ölüme inanmadığımızdan….
Yani yaşamak ağır bastığından…