Yazan: Frances Stonor Saunders
Çeviren: Selin Öner
Kaynak: Apos.to
Sanat çevrelerinde yıllarca ya bir söylentiydi veya şakaydı, artık gerçekliği doğrulandı. CIA, Jackson Pollock, Robert Motherwell, Willem de Kooning ve Mark Rothko gibi sanatçıların eserleri de dahil olmak üzere Amerikan modern sanatını, Soğuk Savaş’ta silah olarak kullandı. Adeta sanatı destekleyen bir Rönesans prensi gibi davranan CIA (tek farkı gizliliğiydi) Amerikan Soyut Ekspresyonizm akımını dünya genelinde 20 yıldan daha uzunca bir süre teşvik etti ve tanıttı.
Hiç akla gelmeyecek bir bağlantı. 1950 ve 1960’lar öyle bir dönem ki, Amerikaların çoğu modern sanatı sevmediği gibi küçümsüyordu da. Başkan Truman bir seferinde bu popüler görüşü şu şekilde özetlemişti: “Bu sanatsa, ben de Hottentot’um” (güneybatı Afrika’da bir yerli topluluk). Sanatçıların birçoğu zaten McCarthy dönemi Amerika’sında zar zor kabul edilen eski komünistlerdi. Kesinlikle Amerika hükümetinin desteğini almaya alışık olmayan bir gruptu.
Peki, CIA onları neden destekledi? Çünkü Sovyetler Birliği ile propaganda savaşında, bu yeni sanat akımı yaratıcılığın, entelektüel özgürlüğün ve ABD’nin kültürel gücünün bir kanıtı olarak kabul görebilirdi. Komünist ideolojik deli gömleğine hapsolan Rus sanatı bununla rekabet edemezdi.
Uzun yıllardır konuşulan ve tartışılan bu politikanın varlığı, ilk defa eski CIA yetkilileri tarafından doğrulandı. Yeni Amerikan sanatı, sanatçıların haberi olmadan “uzun tasma” (“long leash”) adlı bir politika doğrultusunda gizlice tanıtılmıştı, CIA’in Stephen Spender’in editörlüğünü yaptığı Encounter‘ı dolaylı yoldan desteklemesine benzer bir şekilde.
Aslında kültür ve sanatı ABD Soğuk Savaş cephaneliğinde kullanma kararı CIA 1947’de kurulur kurulmaz alınmıştı. Komünizmin hâlâ Batılı entelektüeller ve sanatçılar için taşıdığı cazibeden korkan yeni ajans, zirvesinde 800’den fazla gazeteyi, dergiyi ve kamu bilgilendirme merkezlerini etkileyebilmiş olan “Propaganda Varlıkları Envanteri” adlı yeni bir bölüm oluşturdu. Bunun bir Wurlitzer müzik kutusu gibi olduğu esprileri yapılıyordu: CIA bir düğmeye bastığında, bütün dünyada çalınmasını istediği ezgileri duyabiliyordu.
Sonraki büyük adım, 1950’de Uluslararası Organizasyonlar Birimi Tom Braden yönetiminde kurulduğunda atıldı. George Orwell’in Hayvan Çiftliği eserinin anime versiyonunu sübvanse eden bu ofisti, ABD’li caz sanatçılarına, opera resitallerine, Boston Senfoni Orkestrası’nın uluslararası tur programlarına sponsorluk yapan da… Ajanları film endüstrisine ve yayınevlerine konumlandırılmıştı, kimi zaman ünlü Fodor rehberi için seyahat yazarı olarak. Şimdi ABD’nin anarşist avangart akımı, Soyut Ekspresyonizm’i de desteklediğini biliyoruz.
Başlarda, Amerikan sanatını teşvik etmek için daha açık girişimlerde bulunmuşlardı. 1947’de, Dışişleri Bakanlığı, ABD’nin kültürel bir çöl olduğuna ilişkin Sovyet iddialarını çürütmek için “Amerikan Sanatını Geliştirmek” adlı bir uluslararası gezici sergiyi organize edip tüm maliyetini karşılamıştı. Ama bu şov kendi evinde ayıplandı ve Truman’ın bu Hottentot yorumunu yapmasına ve bir kongre üyesinin “Bu çerçöp için vergi ödeyen aptal bir Amerikalıyım” demesine yol açtı. Bunlar üzerine, turun iptal edilmesi gerekti.
ABD hükümeti işte o anda bir ikilemle karşı karşıyaydı. Bu “kültürsüzlük”, Joseph McCarthy’nin avangart veya alışılagelmişin dışındaki her şeye karşı olan histerik ithamlarıyla birleşince, son derece utanç vericiydi. ABD’nin sofistike, kültürel olarak zengin bir demokrasi olduğu fikrini şüpheye düşürüyordu. Aynı zamanda ABD hükümetinin 1930’lardan beri kültürel üstünlüğün Paris’ten New York’a kayışını pekiştirmesini de engelliyordu. Bu ikilemi çözmek üzere CIA devreye sokuldu.
Bağlantı aslında göründüğü kadar tuhaf değil. O dönemde, birçoğu boş zamanlarında sanat eserleri biriktiren ve romanlar yazan Yale ve Harvard mezunlarıyla dolan yeni gizli servis, McCarthy veya J. Edgar Hoover’ın FBI’ı ile kıyaslandığında bir nevi liberalizmin sığınağı olmuştu. New York okulunu oluşturan Leninist, Troçkist ve ağır alkoliklerin bir araya gelmesini kutlayacak herhangi bir resmi kurum varsa o da CIA’di.
1995’e kadar bu bağlantı birinci elden bir kanıtlanamadı, ama ilk defa eski bir CIA çalışanı, Donald Jameson sessizliği bozdu. Evet, ajans Soyut Ekspresyonizm’i bir fırsat olarak gördü ve bunun üzerine gitti, diyerek.
“Soyut ekspresyonizm konusunda, CIA’in bunu sırf New York’ta ve Soho’nun merkezinde neler olacağını görmek için yarattığını söylemeyi isterdim,” diye espri yapan Jameson, “Aslında bütün yaptığımız farklılığı fark etmekti. Soyut ekspresyonizmin Sosyalist Gerçekçiliği olduğundan da şekilci, esnemeyen ve sınırlandırılmış gösterebileceğini teşhis ettik. Bu ilişki de sergilerin bazılarında sömürüldü,” diyor.
“Bu anlayışımıza, Moskova’nın o günlerde kendi sabit kalıplarına herhangi bir uyumsuzluğa karşı takındığı saldırgan tutum da yardımcı oldu. Böylece aslında onların bu derece ve beceriksizce eleştirdiği herhangi bir olgunun öyle veya böyle desteklenmeye değer olduğunu algılamak mümkündü.”
CIA, Amerika’nın sol avangardına yönelik gizli desteğini sürdürmek için sanat himayesinin keşfedilmediğinden emin olmalıydı. “Bu tip meseleler sadece iki üç kademe uzaktan izlenebilirdi,” diye anlatıyordu Jameson, “böylece mesela Jackson Pollock gibi bir ismi herhangi bir şekilde temize çıkarmak ya da bu insanları organizasyonun içine dahil edecek herhangi bir hareket söz konusu bile olmazdı. Zaten daha fazlası mümkün değildi, çünkü çoğu zaten hükümete ve özellikle CIA’e hiç saygı duymayan kişilerdi. Hatta kendini Washington’dan çok Moskova’ya yakın gören insanları kullanman gerekiyorsa, bu belki daha da iyiydi.”
“Uzun tasma” işte buydu. CIA kampanyasının ana eseri CIA tarafından fonlanarak 1950’de kurulan ve bir CIA ajanı tarafından yürütülen Kültürel Özgürlük Kongresi oldu, entelektüellerin, yazarların, tarihçilerin, şairlerin ve sanatçıların bir araya geldiği bir topluluk… Moskova’nın ve onların Batı’daki yoldaşlarının saldırılarına karşı kültürün savunulabileceği güvenli mevzii olmuştu. Doruk noktasında, 35 ülkede ofisleri vardı ve Encounter’ı da içeren iki düzineden fazla dergiyi yayımlıyordu.
Kültürel Özgürlük Kongresi, CIA’in Soyut Ekspresyonizme olan üstü kapalı ilgisini icra etmesi için ideal bir cephe sundu. Bu ofis, gezici sergilerin resmi sponsoru olabilecek, dergileri de Amerikan resim sanatına yakın kritikler için yararlı platformlar sunacak ve bütün bunlar sanatçılar dahil olmak üzere hiç kimsenin aklından bile geçmeyecekti.
Bu kurum, 1950’lerde Soyut Ekspresyonizm ile ilgili çeşitli sergiler organize etti. Bunlardan en önemlisi, 1958-59’daki ve tüm büyük Avrupa şehirlerini dolaşan Yeni Amerikan Resmi sergisiydi. “ABD’de Modern Sanat” (1955) ve “20. Yüzyılın Başyapıtları” (1952) diğer etkili koleksiyonlar arasındaydı.
Soyut Ekspresyonizmin etrafta taşınması ve sergilenmesi pahalı olduğundan, milyonerler ve müzeler de bu oyuna dahil edildi. Onlar arasında başlıca isim, annesi New York’taki Modern Sanat Müzesi’nin (MoMA) ortak kurucularından olan Nelson Rockefeller’dı. “Annemin müzesi” (Mummy’s Museum) diye hitap ettiği müzenin başkanı olarak, Soyut Ekspresyonizm’in en önemli destekçilerinden oldu (“free enterprise painting” derdi ona). Müzesi, CIA’in kurduğu Kültürel Özgürlük Kongresi ile kongrenin en önemli sergilerini organize etmek ve küratörlüğünü yapmak üzere bir kontrat imzalamıştı.
Müzenin CIA ile başka bağlantıları da vardı. CBS Yayıncılık Başkanı ve CIA’in fikir babalarından William Paley, müzenin Uluslararası Programı’nın yönetim kurulunda görev yaptı. Ajansın savaş zamanındaki öncü kuruluşu niteliğindeki OSS’de çalışmış olan John Hay Whitney, müzenin yönetim kurulunun başkanlığını yapıyordu. CIA’in Uluslararası Organizasyonlar biriminin (IOD) ilk şefi Tom Braden da müzenin 1949 yılındaki icra sekreteriydi.
Şimdilerde (1995) 80 yaşında olan Braden, Woodbridge, Virginia’da Soyut Ekspresyonist eserlerle dolu ve kocaman alman kurtlarıyla korunan bir evde yaşıyor. IOD’nin amacını şöyle anlatıyor:
“Sovyetler Birliği’nde olduğu gibi ne yazman, ne söylemen, ne yapman, neyi resmetmen gerektiği konusunda hiçbir bariyer olmadan, Batının ve ABD’nin ifade özgürlüğüne ve entelektüel kazanımlara kendini ne kadar adamış olduğunu göstermek için tüm yazarları, müzisyenleri, sanatçıları bir araya getirmek istiyorduk. Bence ajansın sahibi olduğu en önemli birimdi ve Soğuk Savaş’ta muazzam bir rol oynadı”.
Braden, birimin avangarda yönelik muhalefet sebebiyle gizlice hareket ettiğini doğruladı: “Kongreyi yapmak istediğimiz bazı şeyler konusunda ikna etmek çok zordu – sanatı yurtdışına göndermek, senfonileri, dergileri yurtdışında desteklemek gibi… Bu da gizliliğin nedenlerinden biriydi. Sır olmalıydı. ‘Açıklığı’ cesaretlendirmek için gizli olmalıydık”.
Bu yüzyılın Michelangelo’larına Papa gibi arka çıkmak anlamına bile gelse, bu çok daha iyiydi: “Sanatı fark etmek ve desteklemek bir Papa veya çok parası olan birini gerektiriyor” diyor Braden. “Yüzyıllar sonra insanlar ‘Şuna bak, Sistine Chapel, yeryüzündeki en güzel eser!’ diyorlar. Medeniyetin, ilk sanatçıdan ve onu destekleyen ilk milyoner ya da papadan beri karşılaştığı bir problem bu. Yine de bu multimilyonerler veya papalar olmasa, belki sanatımız da olmayacaktı”.
Bu himaye olmasa, Soyut Ekspresyonizm, savaş sonrası yılların baskın sanat akımı olabilir miydi? Cevap muhtemelen evettir. Aynı ölçüde, bir Soyut Ekspresyonist tabloya bakarken CIA’in oyununa geldiğini düşünmek de hatalı olur.
Ama bu sanatın nereye geldiğine bakın: bankaların mermer koridorlarında, havaalanlarında, yönetim kurulu odalarında ve müthiş galerilerde. Onları destekleyen soğuk savaşçılar için bu tablolar bir logoydu, dikkate değer her yerde sergilemek istedikleri kendi kültürleri ve sistemleri için bir imza niteliğindeydi. Başardılar da.
Örtülü Operasyon
1958’de Pollock, de Kooning, Motherwell ve benzeri sanatçıların eserlerini içeren Yeni Amerikan Resmi adlı gezici sergi, Paris’teydi. Tate Galerisi de bu sergiye ev sahipliği yapacak bir sonraki müze olmak istiyordu, ama bunun maliyetini karşılayamıyordu. Aynı günün ilerleyen saatlerinde bir Amerikan milyoneri ve sanatsever olan Julius Fleischmann gereken nakitle içeri girdi ve sergi Londra’ya getirildi.
Fleischmann’ın getirdiği para, aslında kendisinin değil, CIA’indi. Başkanlığını Fleischmann’ın yaptığı Farfield Fonu adlı bir kuruluş aracılığıyla gelmişti, bu kuruluş hayırsever bir milyonerin kolu olmaktan ziyade, CIA’in fonları için gizli bir kanaldı.
Yani, Tate’in, halkın veya sanatçıların haberi olmadan, sergi Londra’ya masrafı Amerikalı vergi mükellefleri tarafından karşılanarak, Soğuk Savaş’ın ince propaganda amaçlarına hizmet etmek üzere taşınmıştı. Eski CIA yetkilisi Tom Braden, Farfield Fonu gibi kanalların nasıl kurulduğunu şöyle anlatıyor: “New York’ta zengin ve tanınan bir kişiye gider ve ‘biz bir fon kurmak istiyoruz” derdik. Ona ne yapmaya çalıştığımızı anlatır ve gizlilik sözü isterdik, onun ‘Tabii ki yaparım’ demesiyle bir antetli kâğıt yayımlardık, üzerinde bu kişinin ismi olurdu ve işte fon o anda hazır olurdu. Oldukça basit bir araçtı”.
Julius Fleischmann bu rol için çok uygundu. MoMA’nın Uluslararası Programı’nın yönetim kurulunda bir koltuğa sahip olduğu için – CIA’e yakın olan diğer güçlü kişiler gibi.