Gerek acılar içinde olduğumuzda, gerek gülüp neşe saçtığımızda olabileceğimiz tek şey olmaktan başka bir şey yapmayız: dünyamızın bir parçası olmak.
Bugün halen daha iktidar tabularına, aile tabularına, toplumsal tabulara, cinsiyetçi ve sınıfsal tabulara sıkı sıkıya bağlıyız.
Ve bu tabular bizim beynimizi taşlaştırıyor.
Bu tabular bizimle gelecek kuşakların arasını giyotine ediyor.
Bugün sizler için Freud’un Totem ve Tabu kitabını, kitabın içindeki hükümdar ve kişisel tabuları, hepimize ait ikircikli duyguları derledik.
Feud’a geçmeden önce Lucretius’un bizim kendi dünyamızın bir parçası oluşumuzu anlattığı nefis sözcüklerle başlamak istiyoruz:
“Üstelik göğün dölünden geliyoruz hepimiz,
Babamız birdir ve besleyici anamız; ondan alır
Su damlalarını sağanaklar halinde, ve
Döllenince, güleç yemişler verir gür ağaçlar
İnsanoğlu, bütün hayvan soylarını türetir.
Beslendikleri ondandır, sevinçleri ondan,
Ondandır soylarını yenilemeleri”
Tabular kitabına geri dönüyoruz…
Eski Roma’da, Jüpiter’in büyük rahibi Flamen Dialis, olağanüstü sayıda tabu kuralına uymak zorundaydı.
Ata binmez, ne ata ne de silahlı bir insana bakmaz, kırık olmayan bir yüzüğü taşıyamaz, giysilerinde düğümlü bir bağ bulunduramaz, buğday ununa, mayalı hamura dokunamaz, keçinin, köpeğin, çiğ etin, baklanın, sarmaşığın adını anamazdı;
saçları ancak özgür bir insan tarafından, bronzdan yapılmış bir bıçakla kesilebilir ve tıpkı tırnağının parçaları gibi, kutsal bir ağacın dibine gömülürdü;
ölülere dokunamaz, başı açık olarak dışarı çıkamazdı.
Eşi Flaminica’nın da bazı tabuları vardı.
Flamica, bazı merdivenlerden ilk üç basamaktan yukarı çıkamaz, bazı bayramlarda saçlarını tarayamazdı;
ayakkabılarının derisi doğal ölümle ölmüş bir hayvana değil fakat öldürülmüş ya da kurban edilmiş bir hayvana ait olmak zorundaydı.
Gök gürültüsünü işitmek onu kirlenmiş yapar ve bir kefaret kurbanı sununcaya kadar kirli kalırdı.
Eski İrlanda krallarının uyması zorunlu tabular için Book of Rights isimli rehber kitapları vardı.
Kitapta kralın hangi kentte ancak hangi günler kalabileceği, hangi nehri hangi gün geçebileceği, hatta hangi saatte geçebileceği, ovada dokuz günden fazla kamp yapamayacağı dahi yazıyordu.
Bir Maori şefi, hiçbir zaman ateşi nefesiyle canlandırmaya kalkışmazdı.
Çünkü kutsal soluğu gücünü ateşe geçirecek, oradan ateşin üstündeki kaba, kabın içinde pişen yemeğe, bu yemekten yiyen kişiye geçecek ve böylece, şefin kutsal ve tehlikeli soluğu ile canlanan ateşin ısıttığı kapta pişen yemekten yiyen kişinin öleceğine inanırdı.
Padron Burnu yakınlarındaki rahip-kral, ne evinden dışarı çıkabilir, ne de tahtından kalkabilir, uykusunu bile oturarak uyur.
Yatacak olursa, rüzgâr esmez olacak, bu da denizdeki akıntıyı aksatacağına inanıyordu.
Bu ağır yükler yüzünden bazı krallar iktidara gelmekten kaçınmışlardır. Öyle bir hal almıştı ki, Afrika’da seçilen kişi yakalanıyor, bağlanıyor ve krallık tacını kabul edene kadar fetiş evinde göz altında tutuluyordu.
Sierra Leone’de ise, taç giyme töreni arifesinde halk kralı güzelce dövme hakkına sahipti.
Ve bu anayasal hakkı öyle titizce kullanırlardı ki, çoğu zaman hükümdar tahta çıktıktan sonra çok yaşamazdı.
Genelde de kin beslediklerini kral ilan etmeyi adet haline getirmişlerdi.
Francis Bacon doğal tarihte yaygın olan bir tabudan bahseder.
Yarayı iyileştirmek için ona neden olan silahı yağa bulamak yetermiş.
Bugün bile bazı İngiliz köylüler yaralandıkları tırpanı yara iyileşene kadar son derece temiz bir şekilde saklamaktadır.
İngiliz bir kadın topuğuna batan demir çivi için doktora gitmeden, hatta çorabını bile ayağından çıkarmadan yaranın iyileşmesi için kendi çıkardığı çivi için kızına çiviyi güzelce yağlayarak temizce saklamasını söylemiş.
Ne var ki kadın yarayı mikroptan arındırmadığı için birkaç gün sonra tetanozdan ölmüş.