I. HAYALET ŞEHİR
Yeryüzü coğrafyasının hiçbir parçası, bölünmüş ve parçalanmış bir kent kadar tekinsiz, hazin, kuşku uyandırıcı ve üzüntü verici değildir: Berlin, Kudüs, Saraybosna ve Lefkoşa bize her zaman bir “ayrılma”nın, bir “eksikliğin”, bir “kopukluğun” öyküsünü anlatırlar. Çoğu zaman dikenli tellerin ve Barış Gücü şeritlerinin kapladığı kent alanları bir zamanların şehir hayatının en canlı, en civcivli, en zengin mekânlarıdır. İşte Lefkoşa’nın Türk ve Rum taraflarını birbirinden ayıran bir-birbuçuk kilometrelik bir kalınlığa sahip Yeşil Hat; “arasta” adı verilen eski, neredeyse antik bir “agora”yı belki bir zamanlar çağrıştırmış olan merkezi, yani kent yaşamının kalbini ortadan ikiye bölüyor gibidir. Westphalia barışı, Napolyon savaşları, Almanlarla Fransızları, çeşitli İtalyan kent bölgelerini ve Ruslarla Batılıları karşı karşıya getiren savaşlar, Batı uygarlığına belki de Ortaçağlardan beri riayet edilmesi gereken bir saygıyı öğretti: Sınırlar nereden geçerse geçsin, ama kentlerin içinden, onları ikiye bölerek geçmesin. Bu saygının bütün eski imparatorluklarda, Ortaçağ krallıklarında, Batılı ve Doğulu devletlerde neredeyse gizli bir uzlaşım temelinde gelenekselleştiğini düşünebiliriz. Avrupa’nın yer yer Ortaçağa öykünmekten geriye kalmayan “kültürel birliği” sorununun çözülmesinde ilk etaplardan birinin iki Berlin’in birleştirilmesi (“duvarın yıkılması”) olması ve bunun onca ideolojik patırtı koparmasının nedeni belki de bu kaçınılmaz saygının bir kalıntısıdır. Ama elbette bambaşka biçimlerde ve bambaşka ideolojik meşrûlaştırma araçlarıyla…1
Birinci Dünya Savaşı sırasında İngiliz emperyalizmi Ortadoğu’daki her petrol kuyusunun başına bir “hilafet”, bir “devlet” ve bir “emir” geçirirken, çölün o muazzam yokluk ufkunu bir devlet geometrisinin hoyratlığıyla harita üzerinde bir cetvelle, düz çizgiler halinde çizebiliyordu. Sovyetlerle Çin arasında, elbette bambaşka nedenlerle 1960’lı yıllar boyunca vuku bulan “sınır çatışmaları” aslında bu iki dev “modern” ülkenin stepler ve dağlar arasında nereden geçtiği belli olmayan “muğlak” sınırlarla birbirlerinden ayrılışlarıydı. Nikita Mikhalkov’un Urga filminde iki ülkeyi ayıran sınırdaki son derece canlı, ama mahzun, felaketli ve göçebe yaşamın pek güzel ayırdına varıyoruz: Sınırdakiler… Çöl bedevileri, step insanları, maceracı tüccarlar, Kilisli kaçakçılar… bütün bu sınır insanları kendine özgü yaşam tarzlarını temsil ediyorlar.
Devlet kapitalizmi ve ulus-devletler çağı ise bize “artık sınırlarda yaşanamayacağını”, orasının bir blokaj, mümkün olduğunca dar ve kısa bir geçit (bir köprü bile değil), ölü bir zar olduğunu öğretmeye çalışıyor. Yeni Politika gazetesinin verdiği “Türkiye sınırında kaza” başlıklı haber (kaza Elbistan’daydı) yaşam ile ölümü ayıran, ama bizzat kendileri “ölümcül” olan ne tür dengelerin “sınır” adını verdiğimiz şu zarları biçimlendirdiğini (tahayyüllerde, istemlerde, arzular ve ideolojilerde) pek güzel ortaya koyuyor.
Ulus-devletlerin yüzeysel tarihi aslında yüzeylerin tarihidir: Toprak üzerinde yaşayan, üreten ve üretim aracına dönüştürülerek devlet aklınca “doğal kaynaklar” tablosunda tasnif edilebilen insanların, jeopolitik denge oyunlarının,2 güç çatışmalarının belirdiği, aktığı, dolaştığı bir yüzey. Romantik milliyetçiliğin Alman romantiklerinden beri huşu içinde temaşa ettiği “ülke”, Heim, bu tablonun dışında nerede yer bulabilir kendine? Yüzeyde değilse derinliklerde, Antik Yunan efsanesine layık “ekilen ejderha dişlerinden yerden biten insanlar”, Thebaililer, ktonik varlıklar masalına mı başvuracağız? Globalleşme adı verilen şey derindeki ktonik güçlerin, volkanların devrinin geçtiğini, her şeyin artık kaygan bir yüzeyde cereyan edeceğini ideolojik bir söz olarak veren bir masaldan başka nedir? İşte eski Yugoslavya’nın yüzeyine bakın: Ne oldu peki? sorusunun cevabı Avrupa’nın asırlık mimarisinin bu parçasında pek derinlerde varolan bir kaynamanın yüzeydeki çatlağı değil midir? Artık “iletişim”in, “liberalizm”in, “Yeni Dünya Düzeni” adı verilen şeyin zaten pek kısa bir süre inandırıcılığı olmuş masalları, ya kan gölleri, ya nüfusların muazzam yoksullaşması, ya da sıkıyönetim altında ve otoyol kenarında yaşayan gettolaşmış cemaatler dünyasının dehşet verici gerçeği karşısında iş göremez hale geliyorlar. Bugün biraz “gerçekçi” hiçbir Avrupalı, Avrupa projesinin gerçekleşme yolunda olduğunu söyleyemez. Bugün aklı başında hiçbir Amerikalı, Amerika’nın yetkin ve sağlam bir hegemonya oluşturabilmiş olduğunu iddia edemez. Bugün aklı başında hiçbir Japon ülkesinin ekonomisinin hâlâ o eski ve şaşırtıcı güce sahip olduğunu düşünemez. Bugün aklı başında hiçbir Afrikalı, Bandung rüyasından bu yana ortada olan gelişmelerin ışığında Afrika ülkelerinin dünya sistemine eklemlenebileceğini ve bir zamanlar Afrika ülkelerinin kuruluşunda büyük bir rol oynamış Yale ve Chicago üniversitesi kaynaklı “Development Studies”in artık sönmekte olan reçetelerinden medet umulabileceğini ümit edemez. Bu örnekler tüm dünya sathına yaygınlaştırılabilir.
Öyleyse bakış “rejimimizi” biraz değiştirerek –belki de tümden tersine çevirerek– başka bir optiğe yerleşelim: Eğer hâlâ uygarlık diye bir şey varsa onun derindeki “ktonik” gücü kentten ve onun tarih boyunca aldığı farklı biçimlerden başka bir yerden gelemez. Tarihin “modern” akışı için bir zamanlar Braudel’in söylediğini –“Başlangıçtan beri iki koşulu vardı: Devlet ve şehir; ve kapitalizm, devletin şehir üzerinde zafer kazanmasıdır”– bugün artık “geleceğin süreci” olarak tersine çevirebiliriz: Eskiden devletler ortaçağın kentlerine “saygı” duyarak onları “ihtiva” eden sınırlarını çizerken bugün artık kentler, daha doğrusu metropoller neredeyse devletleri ve onun yapılarını işgal etmeye, ihtiva etmeye ve soğurmaya başlıyorlar. 1991’de Danzig kentinin Doğu Almanya’nın feshini beklemeksizin “biz Batı ile birleşeceğiz” diyebilmesi şimdiye dek siyaset ve diplomasi arenalarında, jeopolitik alışkanlıklarımızda pek rastlamadığımız bir olaydı. Avrupa’nın Paris-Berlin Ekseni üzerinde inşâ edilmesi yolundaki artık eskimiş hikaye de ilginç bir delildir.3
Eğer artık Samir Amin’in “çıplak bir yemek” gibi önümüze sunduğu “kaos” ile karşı karşıyaysak. Ulus-devletlerin yeniden tanımlanacakları bir dönemin eşiğinde olduğumuzun farkına varmalıyız: Ülkeleri yutan dev metropoller –birleşen Berlin, petrol ve doğalgaz boru hatları, uluslararası finans merkezleri, Pasifik Havzası vb., tüm bunlar yüzeyin yeni coğrafyasını şekillendirirken dışarıda bazı adalar, boş alanlar, yoksulluk cennetleri de bırakacaklar elbette: şimdi bu cennetlerden birine, hem ada, hem boş alan, hem de Türk kesimi açısından bakıldığında yoksulluk cenneti olan bir yere daha derinliğine dönebiliriz: Kıbrıs!
Her ne kadar “Kıbrıs” diye bir şeyin artık varolmadığına inanmaya çağrılıyorsak da bu, her resmî söylem gibi, artık yıllardır kabuk bağlamış bir yüzey çatlağının hukukileştirilmesinden ve ideolojileştirilmesinden başka bir şey değil elbette. Ama basit bir sezgi gücü, Kıbrıs’ın Türk ya da Rum kesimlerini dolaşan her kişiye, bir kentin trajedisinin çerçevesinden, işlerin böyle olmadığını anlatacaktır: Arasta üzerinden bölünmüş “çifte başkent”, Lefkoşa, yeni bir merkez, yeni bir “arasta” oluşturamamıştır. Bir anda çizilen edimsel sınırla hayatı bölemez, ayıramaz, parçalayamaz – olsa olsa umutsuz bir kesintiye uğratır. “Kıbrıs Sorunu”nun her şeyden önce Kıbrıs’ta yaşayan insanların da sorunu olduğu gerçeğini itiraf eden pek az basın yorumuyla, hükümet raporuyla, danışman sözüyle karşılaştığımız Türkiye’de bu sorun elbette büyük bir kolaylıkla “yükselen milliyetçiliğin” eline geçecek, Tanıl Bora’ya elinizdeki Birikim’deki makaleyi ilham edecektir.4
Öyleyse bu bölünmüş kentin hüznünü ve atmosferini biraz deşmekte yarar var: Asırlık yaşam biçimlerinin ve tarzlarının, sokak kenarı kahvelerinde yaşlıların oturma biçimlerinden tutun, öğle sıcağı rahavetine ve Kıbrıslının neredeyse zorunlu –üstelik resmileşmiş (yazın öğleden sonraları devlet daireleri ve bankalar çalışmaz)– siesta’sına varıncaya kadar, ortak özellikler Türk ve Rumlar arasında ne kadar paylaşılmış olurlarsa olsunlar, kendi başlarına bir “kimlik” oluşturmaya yeterli değildirler. Üstelik günümüz “sosyolojik düşün”ü “kimlik” adını verdiği bir sahte-kategoriyi bizzat kendileri de farklılıklardan oluşan insanların üzerine bir deli gömleği gibi giydirme alışkanlığından kolay kolay vazgeçeceğe benzemiyor. Her şeyden önce Kıbrıs adası, asırlar boyunca bir kentli kültürüne sahip olmayı sürdürmüştür: bir merkez, çarşı (arasta), Magosa kalesinin içinde içiçe geçmiş, Türkmen, Müslüman, Rum-Ortodoks, Maronit, Çerkes ve Çingene topluluklarına yaşam mekanı oluşturan son derece dar, örgülü ve üstüste binmiş evler, avlular, “modern” devlet idaresinin bilmem hangi çıkarlar nedeniyle hâlâ kurtulamadığı Osmanlı vakıf hukuku –bunların hepsi, kent rantlarının yeniden dağıtılması sürecinde (özellikle 1974’ten sonra)– o garip ve sessiz dirençlerini sürdürüyor gibiler. Bu direncin geçmişte ne türden dışlama, sessiz ya da açık düşmanlık, hattâ karşılıklı ikiyüzlülük biçiminde karşımıza çıkan eğilimlerden ve beslenmiş olduğu ayrı bir konudur. Günümüz cemaat ve devlet siyasetinin kullandığı düşmanlık araçlarından –askerî, ideolojik, siyasal ve iktisadî– daha masum oldukları kuşku götürmez. Ama masumiyetin de, suçluluğun da dereceleri var: Bitter Lemons (Acı Limonlar) yazarı Lawrence Durrell’in tanıklığı her “ezgi”nin başka bir ezgiyi, her saldırının karşı bir saldırıyı zorunlu olarak başlatacağını bizzat örneğimizin üzerinde pek güzel göstermiyor mu? Günümüzde Kıbrıslı’nın “kimlik sorunu”ndan söz edenlerin bu yüzden ilk olarak 1974 sonrası adaya yerleşen Türkiyeli nüfusun “kimlik sorunu”na eğilmeleri, açıkçası daha akıllıca bir yöntem olmaz mı?
Her şey, adanın 1974 öncelerine dek uzanan bölünmüşlüğünün her şeyden önce kentlilik kültürünü şoka uğrattığını, yaraladığını gösteriyor. Bugün kent merkezinde kuşaklar boyu yaşamını sürdüren ciddi bir orta sınıf nüfusun adanın yüzeyinde ne kadar olabilirse “çevreye”, ucuza maledilmiş ya da Rumlardan miras kalmış “villa tipi” evlere göç ederek (bu kentleşme süreçlerinin günümüzde evrenselleşmiş kalıplarından biridir) Lefkoşa’yı, Magosa’yı hattâ o ufak tatil kenti Girne’yi Türkiyeli göçmenlere terkedişleri kent uygarlığının sancısının esas sorun olduğunu yeterince göstermiyor mu? Bu açıdan “karasakal”ın,5 bu yeni “paryalar”ın öyküleri belki de Kıbrıs’ın anlaşılmasında çok daha önemli bir yer tutuyor bence.