10 Aralık Cumartesi akşamı İstanbul Beşiktaş’ta kırk beş saniye arayla patlayan bombalar ile aramızda tek rakamlı kilometreler vardı. Son dönemlerde yaşananlardan sonra biraz nefes alabilmek, her şeyden bir nebze uzaklaşıp birlikte güzel vakit geçirebilmek için İstanbul’a gittik. İstanbul’a giderken küçücük adada, kısacık mesafeleri, gittikçe uzaklaşan upuzun yollar olarak gördüğümüz, sürekli birbirimizin hayatını kolladığımız zamanların tam ortasındaydık.
Gitmeden birkaç gün önce yedi yaşında ki oğlum yanıma sokularak usulca “anne sen kanser olma” dedi. Korkan gözlerle, kendine güven verecek bir cevap beklerken, öylece bir çırpıda sözcükler ağzından dökülmüştü. Birkaç dakika sonra ise bu sefer ben servise binmek üzereyken onu durdurup bir kez daha sıkıca sarılmıştım. O anda da, şimdide de düşünüyorum da Kıbrıs’ın kuzeyinde zaman bile artık hükümet edenlerin istediği, inat ettiği biçimde akarken bizler gün geçtikçe küçükten büyüğe ne çok hırpalanmıştık.
Tam da olan buydu hırpalanmak! Çoluğumuzdan, çocuğumuzdan hırpalanmak! Umarsızca, plansız programsız ya da çok planlı, çok programlı hırpalanmak! Tek başına kurtulmak isteyenlerin el pençe divan gemilerinde hırpalanmak! Uzun vadede, kısa vadede onurlu yaşam hakkımızdan hırpalanmak! Yürekler defin yeri olurken, algıları tutulan düşündüklerimizden hırpalanmak!
Gerçek şu ki bu bahsi geçen hırpalanmak dediğimiz şey devlet eliyle yapılır ve ağır yanlış siyasi manevralar içerir. İşte tam da bu sebeple, yaşamlarımıza sahip çıkmak için de doğru siyasi maveralarla direnmek, boyun eğmemek, kaderci olmamak gerekir.
Hangi şekil ve koşullarda yetiştiği ya da taşındığı belli olmayan yiyeceklere maruz bırakılmamız, sağlıklı bir şekilde sağlık hakkından yararlanamıyor oluşumuz kadere değil siyasi iradeye bağlıdır. Denetime tabi olan, takibi yapılan, sermayeden değil yaşamdan yana yasaların üretimi de siyasi iradeye bağlıdır. Siyasi irade ile hücreleri hasta etmek, bölüp, parçalayıp, çoğaltabilmek mümkündür. Tırların hangi saatte, hangi yollarda, hangi ehil koşullarda gidebileceğine yine siyasi irade karar verir. Çocukların hangi saatlerde, hangi bölgede, hangi koşullarda eğitim alacağına da karar veren siyasi iradedir. Ya da cebi delik, çizmeleri tabansız “devlet babanın” son kalan parasını Mercedes’e mi, yola mı yatıracağına da siyasi irade karar verir. Aslına bakarsanız, siz düşündüğünüzü sanırken ne düşüneceğinize bile kendi “doğru” manevralarıyla, “iktidar” olmanın tüm imkânlarından yararlanan siyasi irade karar verebilir.
Misal, İstanbul’da son yaşanan patlamalardan birkaç dakika sonra hayatta olup olmadığımızı kollayan bir telefon aracılığıyla, patlama olduğundan haberdar olduk. Bilgi kirliliği olduğu için patlamanın tam olarak nerede olduğu belirsizdi. Olduğumuz mekâna yeni girmiştik, siparişlerimizi getiren arkadaşa şok içinde patlamanın nerede olduğunu sorduk. Umursamaz bir şeklide, gülümseyerek “Taksim değil ya Beşiktaş, Beşiktaş!” dedi ve bir isteğimiz olup olmadığını sordu. Birbirimize şaşkın şaşkın baktıktan sonra, sosyal medya aracılığıyla haber almaya çalışırken, patlamaya dair yayın yasağı geldiğini gördük. Okuduğumuz kadarıyla patlama, kaldığımız otelin hemen bir arka sokağında olmuştu. Kısa bir süre için olduğumuz yerde kalıp, kımıldamamanın daha güvenli olacağına karar verdik. Bir yandan da otele gidip televizyondan ve internetten takip ederek, yaşananlar hakkında doğru bilgiye ulaşabilmek için çaba sarf etmek istiyorduk. Panik içinde iyi olup olmadığımıza dair gelen telefonlar ve ölü sayısının arttığına dair aldığımız duyumlar ile iyice gerilmiştik. Olduğumuz mekân ve sokağı ilk anda terk edenler olsa da, çoğunluk hala yerinde çalan müzikle eller havada eğlenmeye devam ediyordu. Artık patlayan bombalar o kadar alışkın oldukları bir şeydi ki bir iki kollama telefonundan sonra belli ki yaşam seyrinde devam ediyordu. Yeni Türkiye için toplu katliamlar ya da patlayan bombalar şaşırılacak bir şey değil, olağan hallerdi. Kırk beş saniye arayla, istikrarla patlayan bombalar yaşam seyrinin bir parçası olmuştu. Belli ki, yayın yasaklarıyla konuşulmayan her şey unutulmaya, normalleşmeye mahkûm ediliyordu ve artık açıkça zihinler yasaklı, bilinçler bilinçsizdi. Her şey, “Sorgulama! Düşünme! Devam et!” der gibiydi. Sokakta yanımızdan kahkahalar eşliğinde ağır aksak yürüyerek geçen insanlar zor geçen zamanı daha da yavaşlatıyor gibi olduğundan, hemen oradan kalkıp otele gitmeye karar verdik. İstiklal’e çıktığımız zaman başımızda helikopterler dönüp dururken, facebook güvende olup olmadığımızı, sokaktaki genç ise üst katta ki partiye katılmak isteyip istemediğimizi sordu. Birbirimize kenetlenmiş bir şeklide İstiklal’in sonuna gelmiştik ki, gözüme kenarda duran polis aracının arka tarafında üzgün, boynu bükük bir şekilde ellerinde ki telefonlara bakıp duran iki polis memuru takıldı. Türkiye’de polisin omuzları dik, olduğu yerden korku salmaya çalışan, tehditkâr bakışlı erkek hallerini bilenler bilir. Oysa belli ki günün sonunda hepimiz üniformalı ya da üniformasız “güçlü birer kahramandan” öte etten kemikten duygularla bezenmiş, ölümler karşısında canı yanan insanlardık.
Patlamadan bir-iki saat sonra siyasi iradenin AKP İstanbul milletvekili, Burhan Kuzu’nun “Türkiye’yi ömür boyu siyasi istikrara kavuşturacak ve ülkemin geleceğinin teminatı olan Başkanlık sistemi meclise sunuldu. Hayırlı olsun” diye sosyal medya hesabından yazdığına tanıklık ettik. Onlarca ölü sayısına karşılık, sunduğu Başkanlık sisteminin gururuyla Kuzu, yaşananları hiç sayarak, sorumluluk almadan, manidar bir şekilde hala siyasi istikrara kavuşmaktan bahsede biliyordu. Hal böyle olunca, istikrarlı algı yönetimi eşliğinde, başkanlık sistemi olmasaydı bombanın patlamayacağını düşünenler de, yaşananları on beş saniye de es geçiyordu. Belli ki, uzun zamandır yasak ve baskılarla, “iktidarın” istediği kadar bilgiye edinenlerin bir kısmı ”iktidarın” istediği biçimde, istediği kadar düşünüyorlardı. Buna karşılık baskı ve zulümlere karşı gelen “muhalifler” ise işyerleri, yaşadıkları alanlar, sosyal mekânlar ve sokaklardan yavaş yavaş el çektiriliyor hatta sonu gelmeyen gözaltılar ile sindirilmeye çalışılıyordu.
Yan coğrafyada yaşam her şekli ve koşuluyla herkes için zorlaşırken, siyasi iradenin ne yaşanırsa yaşansın “en iyisini bildiğini”, yaptıklarının ve yapacaklarının tartışma dahi kabul etmediğini, aksini iddia edenlerin ise “nankör”, “siyasi iktidarı yıkmaya çalışan”, “devletin varlık ve bütünlüğünü tehdit eden”, siyaset yapan kimseler olduğunu ezberlemek zorunda kaldık. Yan coğrafya dedik lakin biraz yakından bakacak olursak yaşadığımız coğrafyaya da ayna tutmuş hissetmek mümkün görünüyor. Kıbrıs’ın kuzeyinde yürütme amacıyla seçilen siyasi iradelerin, kendi çıkarları uğruna yönetime el koydukları, nemalanmaktan sürekli su alan gemiyi ezbere ve ezberlerle yürüttükleri ortadadır. Her iki coğrafyada da açıkça yaşananlara dair neden, niçin, önlene bilir miydi, ihmal var mı, görev savsaklandı mı, tekrarlanması nasıl engellene bilir gibi sorulara cevap aramak yerine “başkanlık sistemi olsaydı olmazdı” ya da “ölen çocuklar üzerinden siyaset yapıyorlar” diye diye toplumsal meseleleri siyasetten ayırma ezberleri içine sıkıştırılıyoruz. Algı yönetimi yapanlar, siyaset yapmayı tek ellerinde bulundurup, boyun eğmemizi, susmamızı isteseler de buna karşılık direnmek, siyaset yapmak, isyan çıkarmak, yaşama tutunma hakkına sıkı sıkıya bağlı kalmak öncelikli ve zaruridir.
“Siyasi rant sağlamaya çalıyorlar” algısına kendisini kaptırıp, sosyal medya klavyeşörleri olduğumuzu, siyaset yaptığımızı, yine sosyal medya da klavyeleri aracılığıyla iddia edenler bilmelidirler ki devlet eliyle örgütlü bir şekilde yaşadığımız şiddet ve acıyı üç günde unutmadık, unutmayacağız. Sakın ha bunca şiddet içinde nefes alıp günlük yaşantılarımıza devam etmeye çalışırken, bir türkü tutturmuş ya da bir fotoğraf çektirirken, yemek yerken, uyurken, trafikte giderken her geçen gün yüreklerimizin daha da kalabalık defin yerine döndüğünü unuttuğumuz düşünülmesin. “İktidar” dedikleri kalelerinden, arttıkça artan bir şiddetle yaşam hakkımıza yapılan saldırıları, örgütlü ve organize bir şekilde gözümüze soka soka, üstümüze üstümüze geldiklerini unutmadık. “Kahraman şehit” edebiyatı ya da “kader” kisvesi altında öldüğümüzü yanımıza bırakmaya çalışanları, avaz avaz çığlıklarımıza kulaklarını tıkayanları, hükümet etmek yerine başlarını taçlandırıp hükmedenleri unutmadık. Yıllarca maruz kaldığı erkek şiddetinin sonucunda kadınlığından vurulan Aşkın’ı, koruyucu giysi ve bareti olmayan ve beton zemine düşüp ölen Murat’ı, zifiri karanlıkta yaşamları tır ile yol arasında kalan Sude’yi, İlayda’yı ya da Denktaş’ı unutmadık. Hükümet edenler tarafından, yaşamlarımızın nasıl yok sayıldığını, nasıl hiçe sayıldığımızı, devlet hiyerarşisi içinde kendi talep ve gereksinimlerini tespit edemeyen, “ulu iktidardan” ne gelirse gelsin ses çıkarmaması gerekenler olarak görüldüğümüzü unutmadık. Yaşamlarımızı “kader” ile “kısmet” arasına sıkıştırıp, tırlarla, delik deşik yollar arasında zamanlı zamansız pres yaptıklarını unutmadık.
Yaşananlarla birlikte unutmadığımız bir şeyde birbirimize dayanmaktan, omuz omuza safları sıkılaştırmaktan başka çare ya da dermanımız olmadığıdır. Hal ve durumları istikrarlı bir şekilde ısrarla sürdürenler de yaşama hakkımıza, aklımıza ve birbirimize sahip çıkacağımızı, hep birlikte daha çok siyaset yapacağımızı unutmasın.