Ona göre insan kendi tanrısını öldürmüştür. Hz. İsa’nın öldürülüşünü, elimizdeki kanı kim temizleyecek diye anlatacaktı. İnananlara göre Tanrı’yı Nietzsche öldürmüştür. Yatıp kalkıp dua edilen bir evde, Lüteriyen bir papazın en büyük oğlu olarak dünyaya gelmişti. Protestanlığın beşiğinde sallanmış, memesine kutsal su sürülmüş bir anne tarafından emzirilmiş, artık çocukluğunu tutkulu bir dindar olarak yaşamaya başlamıştı bile.
Fakat dört yaşına geldiğinde daha büyük bir tutkuyla bağlı olduğu babasına, akıl hastası teşhisi konulacaktı. Ölümcül bir beyin hastalığı… Kısa zamanda babasını, önce kör sonra da yatalak yapacak, otopside beyninin çeyreğinin eridiği ortaya çıkacaktı. Cenazesi hakkında yazacak kadar derinden etkilenmişti Nietzsche. Ve o ilahi soru ortaya çıkar; Neden hayatını adadığı tanrı, iyi bir adamı işkenceyle cezalandırmıştı? Nietzsche artık babasının Tanrı’ya öcüydü.
Buna rağmen İlahiyat okumak için Bonn’a gelmiş, Lüteriyen bir papaz olmak istemişti. Bir İncil eleştirisi olan Yeni Ahitten sayfalar okuyacak, sonunda inancını yitirmesi, ailesiyle bile arasını bozacaktı.
Artık dünya onun için Tanrı’dan uzak bir sürgün yeri. Hayat, dayanılması gereken acı ve ıstıraptı. Bir abiden öte… Kız kardeşine; “İç rahatlığı ve mutluluk aramak istiyorsan, inan. Doğrunun müridi olmak istiyorsan, araştır, diyecekti.” Önce tarafsızlığın insanlığı temel bir şeyden mahrum ettiğini savunacak, Hristiyanlık yoksa hepimizi koruyan ahlak ve değer yargıları yok olacak, insanın ölüm korkusuna çözüm olmayacak demişti. O saatten sonra kendini Tanrısız bir evrende, anlam bulmaya adayacaktı.
Dil bilim öğrencisi olmaya karar vermişti. Önüne çıkansa onu çok etkileyecekti. Hayatın aynasını elinde tutuyordu. Schopenhauer, cebelleşmiş bir ateist. “İsteme ve Tasarım Olarak Dünya” kitabının yapraklarını çeviriyor; en iyisinin hiç doğmamış olduğunu, insanların sürekli bir şeyler istediğini, istekleri elde edemediğinde mutsuz olduğunu, çözümü mutluluğun imkânsız olduğuyla yüzleşmek, en mutlu kişiyse, hayatını en az acıyla tamamlamış kişi olduğunu okuyordu. O ise hayata barışık bir çözüm bulmaya kararlıydı.
Yirmi dört yaşında Basel Üniversitesi’nde dil bilim profesörü olmuştu. Tarihteki en genç profesör… İlk kitabı Tragedya’nın Doğuşu’nu yazınca, radikal ve huzur bozucu bir profesör olarak ün kazanmaya başlamıştı bile.
Anlaşmazlık, acı ve yıkım içindeki insanların, olağanüstü derecede içgüdüsel hikâyeleri, alın size Yunan Tragedyası.
Tragedyanın yolu, insanoğlunun bugünü, insanoğlunun acıları, hayatın anlamını bulma, doğruyu bulma hakkında bir yoldu.
Yunan fikirlerinin ve düşkünlüğünün yeni odağında Alman Besteci Wagner ve Wagner’in Festival Tiyatrosu vardı. Altı yıl önce öğrenciyken tanışmışlardı. Wagner onun için Yunan Tragedyasının müzik haliydi. Yaşamı değerli kılan şey sanatın, acı dolu bir dünyayı güzel ve anlamlı bir şeye dönüştürebilecek tek şey olduğunu inanıyordu. Tragedyanın Doğuşunu Wagner’le yaptığı görüşmeler sonrasında yazmıştı.
Nietzsche kitabını iki Yunan tanrısı Apollo ve Dionysos arasındaki bir zıtlaşma etrafında yapılandırmıştı. Apollo ışığı, mantığın gerçekliğini ve kontrolü temsil etmesine rağmen. Nietzsche dans etmeyi, çılgınlığı ve içgüdüsel duyguları keşfeden Dionysos’u tragedyasının merkezi yapmayı tercih edecekti. Aslında mantığın içinden geçen kendi düşüncelerine karşı geldiğinin farkındaydı. Fakat başka bir gerçek şekli arıyordu.
Acı çeken insanın bir şekilde acı yoluyla, kendi sınırlarını geçtiğini görmüştü. Bu Hristiyan mesajını Nietzsche tam tersine çevirecekti. İnsanların bir şekilde kendilerini toplulukta kaybettiklerini, kendinden geçirici, dönüştürücü bir deneyimde, bir grup deneyiminde bulduğunu göstermişti.
Herkesin yaşadığı acı bir şekilde, bu keyif verici deneyimle, hayatın teyidine, bu hayata, bu ana dönüşmüştü. Toplum sadece kolektif deneyimlerle dönüştürülebilirdi.
Wagner Tiyatrosu;
Dehasının tapınağı.
Bir gün Wagner’in Yüzük adlı operasını dinlemeye gelmişti. Tiyatronun bir devrim yerine, Avrupa’nın önde gelenleriyle doldurulduğunu görünce deliye döndü.
Ve radikal olarak gördüğü, cesur, yeni dünyanın doğuşunu harekete geçireceğini düşündüğü adamın, sadece kendi görkeminden mest olan, kendi halinde bir opera festivalinin kahramanı olduğunu gördü. Daha ortasında tiyatrodan hiddetle çıkmıştı. Nietzsche bir daha asla Wagner Tiyatrosuna geri dönmedi.
Artık acıyla nasıl cebelleşilir, işte onun peşindeydi. Profesörlükten istifa etmiş, göçebe bir yalnızlığın içine girmişti. Trenle geldiği, küçük, güzel bir İsveç kasabasında yürürken, aklına hayatımın en iyi fikri dediği şey geldi. “Şeytan kulağımıza eğilip, artık defalarca yaşayacağımızı söyleseydi, yine onu lanetler miydik yoksa onun bir tanrı ve kutsal olduğunu mu söylerdik.”
Bir ilişkinin sona ermesi ya da sevilen birinin ölmesi gibi başarısızlık olarak görebileceğimiz şeylere sahip olsak da, bu olayları tekrar yaşamaktan mutlu olmamız gerektiğine inanıyordu. Hataları, kusurları ve acıları, tamamın güzelliğine dâhil etmeyi öğrenmeliyiz. Öncelikle kim olmak istediğimize, hayatımızı nasıl yaşamak istediğimize karar vermeli sonra da yaptığımız seçimleri sevmeliyiz. Yani iyi ve kötü yönleriyle var oluşumuzu tekrar yaşama düşüncesi, hayatla barışık bir evet ile karşılanmalı. Acı kabul edilmeli ve yüzleşmeli. Hayatı dolu dolu yaşamak için acı çekme riskine girilmeli ve bu atlatılmalıydı diyecekti. Seni öldürmeyen şey güçlü kılan sözü onundur.
Âşık olmuştu. Adı Lou Salome’ydi. Yirmi bir yaşında Rus, akıllı, güzel ve onun fikirlerinden büyülenen bir kadındı. Nietzsche kendini kaybetmişti. Beraber çok güzel vakit geçiriyorlardı. Daha önce arkadaşı vasıtasıyla ona evlenme teklif etmiş ve reddedilmişti. Bu sefer kendi deneyecekti. Salome geleneksel ilişkilere karşıydı. Enerjik ve orijinal biriydi. Yanıtı yine hayırdı. Mahvolmuştu… İşte acı çekme felsefesini kendi üzerinde test etme zamanı gelmişti. Umutsuz haliyle kaçacaktı, kitapları satmıyordu. “Benliğimin en derinlerinde, sarsılmayan bir kara melankoli hâkimdi, diye niteledi”. Böyle Buyurdu Zerdüşt işte böyle yazılmıştır. Kendi kendinin üstesinden gelmenin ibret hikâyesiydi. Dağlar İsveç dağları, Zerdüşt kendisiydi.
Mutluluğu geleneksel olarak acının karşısında görürüz. Nietzsche için aştığınız engellerdir, acı mutluluk için fırsattır. Bir daha asla aşkı bulamadı. İyinin ve Kötünün Ötesinde kitabını yayınlayacak kimseyi bulamadı. Dinamit kadar tehlikeli kitabını kendi basmıştı.
1888’de yazdığı ilk mektuplarında megalomani ve deliliğe kaymaya başlamıştı. Torino’da ki evinden çılgınlar gibi ses çıkararak piyano çalıyordu, çırılçıplak. Bir gün meydanda, bir arabacının atını kırbaçladığını görünce, kollarını atın boynuna sardı ve ağlayarak yere çöktü. Hayatını insan merhametinin zayıflığını eleştirerek geçirmiş bir adamın, son aklı başında hareketi derin bir acımaydı. Bir hafta sonra akıl hastanesine kapatıldı. Son yıllarında ona kız kardeşi baktı. Evini müzeye çevirmiş, onu bembeyaz giydirmişti. Son zamanlarında ortaya çıkan notları her şeyi özetliyordu. “İnsanların nasıl yaşadığına, davrandığına, uğraştıklarına bakarsak, bebeklikten beri güç için uğraştıklarını görürüz. Gücün hepimiz için ortak görebileceğimiz bir ahlak olması gerekiyor diyecekti, fakat yayınlamayacaktı. Kendiyle çelişmiş, sonu babası gibi olmuştu. Nietzsche ölene kadar hiçbir şey yazmayacaktı.
Edebi vasisi kız kardeşi Elizabeth, kitapları güç istenci ismiyle bastıracaktı. Elizabeth bir Nazi destekçisiydi. Parti yetkililerinin gözüne girmeye çalışıyordu. 1934’te Adolf Hitler Nietzsche’nin öldüğü evini ziyaret etti. Elizabeth ona ağabeyinin bastonunu hediye edecekti. Tarihin en etkili propaganda filmi; 1934’te herkes Nünberg’te toplanmıştı. Adolf Hitler filme alınmasını emretmişti. Nietzsche’nin fikirleri bir Nazi egosuna dönüşüyordu. Buna iradenin zaferi dediler. Film Hitlerin bulutlardan inişiyle başlıyor. Zerdüşt’ün başı gibi, bir üstün insan dağlardan yeni ahlak anlayışıyla iniyor ve sürüsü onu selamlıyor. Üstün insan bir ahlak sistemi öneriyordu. Hitler aynen şöyle sesleniyordu;” Biz insanların yumuşamasını değil, insanların sertleşmesini istiyoruz.” Nietzsche bu günleri görecek kadar yaşasaydı, dehşete kapılırdı. Onun üstün insanı, sadece insanoğlunun sahip olduğu potansiyeldi. Her şey çirkin bir parodiydi. Son yazdığı satırlarda Nietzsche; “ Benim en derin düşüncem, en derin itirazım, annem ve kız kardeşim olduğunu itiraf ediyorum, diye yazacaktı.” Sanki geleceği görmüştü. Kötülüğün en sevdiği şey boşluktur… Gelecek için son sözü son insanlar olacaktı. Son cümleleri ise; Son insanlar çekingen bir vasatlık içinde, narsist olarak yaşayacaklar. Boşluğa yeterince uzun bakarsanız, boşlukta size bakacaktır.