Siyasi partilerin hazırlıkları, müesses nizamın kırmızıçizgilerine ve sınır hatlarına dokunmaksızın tüm heybetli kofluğu ile devam ediyor. Şimdiye dek adayların CV’lerinin, aday profillerinin ve dedikodularının haricinde konuşulan herhangi bir politik veya siyasi argüman, ilke yok. Sadece içi boş, apolitik ve ifade edildiğinde dahi aslında ne denilmek istendiğinin anlaşılmadığı banal sloganlar var. Fazla uzatmadan bu minvalde gelişen belli başlı noktaları notlar halinde ortaya serelim.
1-CTP her zaman sol kesimler için tartışmalı bir mesele oldu. Öyle ki solun çeşitli kesimleri için CTP eleştirisi, zaman zaman önerdikleri kurucu politik argümanların önüne dahi geçti. Diğer yandan ise geleneksel CTP tabanında yerleşen pek çok alışkanlık ve ezber de CTP’nin ‘sol bir parti’ olduğu algısını (daha doğrusu yanılsamasını) diri tutmaktadır. Fakat bu durum CTP’nin, gerek hükümette gerekse de muhalefet etme bağlamında on yıllardır sürdürmekte olduğu merkezin solundan, merkeze dair olan evrimini görünmez kılmaktadır. Öyle ki CTP’nin Fikri Toros’u aday yapması birden bire pek çok kesimde ve CTP tabanının bir kesiminde de şaşkınlık ve öfkeyle karşılanabiliyor. Bu tepki bence hala CTP’nin sol bir parti olduğu içgüdüsüyle ve yanılsamasıyla gelişmekte. Bir dostumun söylediği gibi, Fikri Toros’un CTP’den aday olmasını tartışırken kendimize sormamız gereken soru Fikri Toros’lu CTP ile Fikri Toros’un olmadığı CTP arasında bir farkın olup olmayacağıdır. Her iki durumda da hem ekonomi-politik anlamında sınıfsal hem de tahakküm ilişkileri anlamında dönüştürücü bir siyasetten yoksun bir tablo ortaya çıkar. Bununla birlikte CTP’deki değişim ve fiziki gençleşmeyle beraber partinin merkez ile kaynaşma durumu da pekişmektedir. Artık adını koymakta tereddüt etmemeli, CTP liberal demokrat bir partidir ve sol politika adına CTP’den pek bir şey beklenmemelidir.
Bu kuşkusuz parti içindeki sol liberal kesimler ile daha şahin liberalizm savunucusu kesimler arasında çekişmelerin olmayacağı anlamına gelmez. Ama bu çekişmelerin de sol politik değerlerden ziyade küçük iktidar ve statü kavgaları kapsamında şekillendiğini ve ileride de bu bağlamda devam edeceğini akıldan çıkartmamak lazım. Ne demiştik, yeni CTP’nin kendisini bulacağı yer, liberal demokrasinin içi boş, derinliksiz ve müesses nizama karşı masumları oynayan bir merkez olacaktır.
2-Seçim süreciyle birlikte aynı zamanda ortaya apaçık bir uzlaşı da çıkmakta. Nedir bu uzlaşı? Müesses nizam ile ilgili her hangi bir kelam veya itiraz ortaya koymama uzlaşısı. Müesses nizam kim? Türkiye’nin ve onun nezdinde uluslararası emperyal güçlerin buradaki temsilciliğine soyunan askeri-sivil ve buna bir yenisini ekleyecek olursak dini bürokrasisi! Bu kesimin Kıbrıslı Türklere sunduğu özgürlük alanı içinde, bu alanın sınırlarına dokunmadan, sadece soyut ve içi boş sloganlar üreterek ‘iktidarı’ hedefleyen partiler, verili iktidar ve tahakküm ilişkilerini yeniden üretmekten ve aynı zamanda bunları görünmez kılmaktan başka bir şey yapmamaktadırlar. Hayır! Bir şey daha yapmaktadırlar. Artık toplumun geniş kesimlerinin güvenini yitirdiği, meşruluğunu kaybettiği ve yozlaşmış maddi ilişkiler bağlamında hayatını sürdürebilen kktc sistemini yenilemeye, kısacası restore etmeye de kalkışmaktadırlar. Bu anlamda, kuruluşundan beridir yeni sağ bir parti olan HP’nin kktc’nin restorasyonuna yönelik amacı, artık CTP’si ile TDP’si ile tüm partileri de içine almış durumdadır. Kıbrıs sorunundaki son gelişmelerle birlikte merkez siyasetin doğrultusunun ‘evimizin önünü süpürelim’ noktasına kaymasının politik anlamı, artık işlemeyen kktc denen yapının restorasyonudur. İşte tam bu noktada açık bir uzlaşı olduğu ve bu uzlaşının da Türkiye’nin adanın kuzey yarısındaki tahakküm ilişkilerine dokunmaksızın hatta bunu daha da derinleştirerek ilerleyeceği gerçeği, şimdiden çok bariz bir şekilde karşımızdadır. Ne demiştik, ‘birlikte başaracağız’, ‘bu sistemi değiştireceğiz’ gibi derinliği ve politik altyapısı olmayan seçim sloganları, aynı zamanda yeni kktc’nin de habercisi sloganlardır!
3-Seçim sonuçları ciddi kırılmaları ortaya çıkartacak. Fakat bu kırılmaların bir üstteki paragrafta çizmeye çalıştığım bağlam içerisinde okunması gerektiğini düşünmekteyim. Merkezde ciddi bir dönüşüm olacağı aşikâr. Fakat açık olan şey, solun olmadığı bir seçime girildiği ve seçimin sonucunda da sol anlamda herhangi olumlu bir sonucun çıkamayacağıdır. Bize sunulan, merkezde uzlaşan, sağın alternatifi olarak yine sağ ve liberal partilerdir! Bu alternatifsizlik başka bir yazının konusu olsun fakat ortada bariz bir kaç nokta var. Bunlar arasında kısaca radikal-devrimci solun siyasal özne olarak alternatif yaratamamasını, 2011’den sonra gelişen tepkisel muhalif dalganın sönmesini ve genel bir geri çekilme durumunun söz konusu olduğunu ifade edebiliriz. Bu anlamda seçimlere dair merkez partileri ve iktidarı, gücü elinde bulunduranları eleştirirken ve onlardan bahsederken, aynı zamanda kendi güçsüzlüğümüzden ve potansiyelsizliğimizden de bahsetmekteyiz. Farkında olsak da olmasak da… Dolayısıyla önümüzdeki restorasyon zamanlarında sol değerlere sadık bir şekilde kurucu ve dönüştürücü bir siyasal hat örme ihtiyacı, kendisini bir boşluk olarak ciddi bir şekilde hissettirmektedir. Ne demiştik, her yenilginin ve başarısızlığın ardından tekrar başlayabilmeliyiz!
4-“Sandığı gitmek mi; yoksa boykot mu?” meselesine gelince. Açıkçası hayatın her alanına mücadele, hegemonya ve toplumsal-bireysel dönüşüm alanı olarak yaklaşılması gerektiğini düşünmekteyim. Seçimlere de hayatın akışının dışında ve hayata aşkın bir şey olarak yaklaşılmamalı. Bu hem seçimlere pozitif anlam yükleyenler için hem de negatif anlam yükleyenler için geçerli… İnsanları oy vermeye çağıran bir aday “Sandıktan kopmak hayattan kopmaktır” diyerek, hayatın esası olarak sandığı merkeze koymaktadır. Öte yandan sandığa gitmeyecek biri de sandığa gidildiği takdirde sistemin meşrulaştırılacağını ifade ederek yine sandığı hayatın merkezine koymaktadır. Fakat ne sandığa gidilmediğinde hayattan kopulur ne de sandığa gidildiğinde sistem meşrulaştırılır. Buradaki esas sorun sandığa yüklenen negatif ve pozitif anlamların aşkınlığı ve sandığın hayatın merkezi mertebesine yerleştirerek, ona mesihvari bir anlam yüklenmesidir. Hâlbuki esas olan hayattır ve o hayatın neresinde konumlandığımız, iktidarın yapılarına karşı alternatif kurucu yapılar inşa edip edemediğimiz, tahakküm ilişkilerini ne ölçüde sarsabildiğimizdir. Boykot böyle bir potansiyeli taşıyor mu? Ona bu potansiyeli verecek olan bunu savunan odaklar, öznelerdir. Çünkü her politik önerme aynı zamanda kurucu bir potansiyeli de bünyesinde taşımalıdır. Fakat ortada ne bir boykot örgütlenmesi var, ne de bunu yapabilecek güçler ve kolektif odaklar… Kaldı ki YKP’nin yıllardır savunduğu boykot politikasının da sol anlamında dönüştürücü ve kalıcı bir etkisinin olmadığı aşikâr. Boykot elbette mutlak anlamda reddedilecek bir yöntem değil, toplumsal mücadelelerin ve hareketlerin seyrine göre uygulanabilecek ve doğru zamanda uygulandığında da ciddi sonuçlar doğurabilecek bir mücadele taktiğidir. Örgütlü bir kampanya haline gelirse işe yarar. Aksi “taktirde” sadece vicdani bir duruş olmanın ötesine geçmez. Ki buna da saygı duymaktayım. Peki ya sandığa gidip oy vermek? Neye ivme katacak? Sadece restorasyon hareketine!
Fakat benim durduğum nokta her ikisi de kederli duygular üretecek olan oy vermek mi, boykot mu meselesinden çok güçsüzlüğümüz ve potansiyelsizliğimizle ilgili olarak neler yapabileceğimiz, sol anlamda aleyhimize olan bu durumu nasıl lehimize çevirebileceğimiz, bu döngüden çıkış için kaçış çizgileri yaratabilip yaratamayacağımızdır.
Seçimlerden sonra yeni şeyleri tartışıyor olacağız. Bu seçim körlüğü ve yanılsamalar zinciri içerişinde tekin tartışmalar yapılabileceğine inanmıyorum. Daha fazla hınç, daha fazla çekişme-rekabet ve daha fazla iktidar arzusu ile yanıp tutuşan insanlar göreceğiz. Deleuze bir keresinde iktidarın insanlara yapabilme/eyleyebilme potansiyellerinin çok ötesinde hedefler ve istekler göstererek kendi kendisini var edebileceğini yazmıştı. Yani iktidar bizleri kendi potansiyellerimizden ayırarak da işlemektedir. İktidar potansiyellerimizden öte, potansiyelsizliklerimiz üzerinden çalışır. Burada da sanırım sol anlamda yeniden bir kuruluşun temeli bu döngüyü parçalamak olmalıdır. Spinoza’nın sorduğu temel bir soruya başvurmak gerekirse, “Ne yapmalıyım?” değil, “Ne yapabilirim?” sorusunu kovalamak lazım!
*Bu yazı ilk olarak 19.11.2017 tarihli Gaile dergisinde yayınlandı.