Zihinlerimiz o kadar başkalarının fikirleri, sevdiklerimizn beklentileri ve toplumun parçası olabilme çabası için verdiğimiz içsel mücadele ile doludur ki çoğu zaman neyi neden istediğimizi veya gerçekten isteyip istemediğimizi anlamak zor bir hal alır. Ne kadar ilginçtir ki biz insanlar farkında olarak veya olmayarak neyin ‘doğru’ , neyin ‘yanlış’ olduğu üzerine bir toplum bilinci yaratırız ve herkesin de farkında olmadan buna az çok uymasını bekleriz. Fakat kişi kendi olduğu kişi ve olması gereken kişi arasındaki çatışmada sıkışıp kaldığında, bireyin her türlü sağlığı bu çatışmadan etkilenirken, otomatik olarak bireylerin oluşturduğu toplumların genel hal ve durumu da kötüye doğru gitmeye başlar. Yani kendi kurduğumuz sistemler, geri dönüp bizlere tekrar ve tekrar zarar verirken maalesef henüz bunun yeterince farkındalığına varmış değiliz.
Başkalarını mutlu etmeye adadığımız hayatlarımız gözümüzün önünde harcanıp giderken, kendi istediğimiz şeyleri yapmanın veya kendi olduğumuz kişi olmanın umudu da yavaş yavaş sönüp gider. Kendi ayaklarımızın üzerine kalkmak ve kendi arzu ettiğimiz şekilde yaşayıp, gerçekten kendimiz olma özgürlüğünü kendimize verebilmek bir emek yoludur. Neden mi? Çünkü maalesef kabul etmek istesek de istemesek de, zihinlerimiz o kadar başkalarının doğruları, başkalarının yanlışları, başkalarının beklentileri ve olması gerekneleriyle doludur ki, kendi sesimizi ayıklayıp bulmamız biraz zaman ve emek ister hale gelmiştir.
Bizler genelde toplum normlarının dışında hayatlar arzuladığımızda veya tamamen kendimizi gerçekleştirmek istediğimizde en derinlerimizde ürker ve terk edileceğimizi, toplum tarafından kabul edilmeyeceğimizi, sevilmeyeceğimizin korkularıyla savaş vermeye başlarız. Ancak aslında gerçekte durum bunun tam tersidir. Kim ki kendi gerçeğiyle tam olarak hizada yaşar, aslında o kişi kendine sevgi ve saygı duyduğu için, dışarıdan da göreceği sevgi ve saygı olur. Kendisi ile ilişkisi sevgi ve şefkat dolu olduğu için, hayatında da gerçek dostluklar ve ilişkiler kurar. Kendi gerçeğine hizalanmış bir kişi, hayatında gerçekten de gerçek başarıyı, sevinci ve mutluluğu yaşar. Neden mi? Çünkü bizlerin ilk ve son asli görevi tam olarak kendimiz olmaktır. Bu durumda hayatla ahenk içinde hareket eder ve sadece ait olduğumuz yerlerde kendimizi buluruz.