Akademisyen Mehmet Hasgüler’in başlattığı bir kampanya var. Kampanyada Hasgüler, “insani” olarak Dünya Sağlık Örgütüne Kıbrıslı Türkleri dahil etmeyi talep ediyor.
İmza kampanyasında talep “Dünya Sağlık Örgütü’nün anayasasında yer alan ortak üye olma statüsüne BM üyesi bir ülke olan, öneri yapma hakkı bulunan ve uluslararası alanda etki kurma kapasitesi geniş olan kardeş Türkiye’nin bu en temel yaşam ve sağlık hakkının Kıbrıslı Türklere verilmesi hususunda girişim yapmasını istiyoruz” şeklinde.
Hasgüler’in bu kampanyası bana geçtiğimiz yıllarda Mağusa İnisiyatifi faaliyetleri kapsamında Mağusa Suriçi’nin UNESCO Dünya Kültür Mirası Listesine dahil edilmesi talebinde yaşadıklarımızı hatırlattı.
Kıbrıs adası için değerli bir bölge olan Mağusa Suriçi, yüzyıllar içinde misafir ettiği İngiliz, Osmanlı, Venedik, Lüzinyan, Bizans gibi medeniyetlerini benimseyen halklar için de bir değerdir. Kentte bulunan Ortodoks, Katolik, Nasturi, Karmelit, Maronit, Ermeni kiliseleri aslında kentin kozmopolit tarihinin en önemli kanıtlarındandır. Bu anlamda, kale kentin sadece Mağusalıları değil, tüm insanlık tarihi içinde önemli bir yeri olduğunu söyleyebiliriz.
Kentin medeniyetler tarihi açısından önemi dikkat çeken bir özelliği olması, Mağusa İnisiyatifinin yapıcı federalist tavrı, kktcnin tanınma taleplerine karşı mesafeli duruşu, tanınma yerine kentlilik bilinci ile tabandan gelen dinamizmi; uluslararası aktörlerle oluşturulan temasların da samimi bir şekilde gerçekleşmesine olanak sağlamıştı.
İnisiyatif olarak ortaya koyduğumuz Maraş, Liman ve Suriçi paketinin bir parçası olarak ifade ettiğimiz adım adım çözüm perspektifinde, Mağusa Suriçine bu statünün verilmesi için çeşitli dış misyon temsilcilikleri ve elçiliklerle yapılan birçok istişare gerçekleştirildi. Bu toplantıların büyük bölümünde yer aldığımdan, süreci adım adım izleme imkanım oldu.
Bu toplantılar sürecinde kentle ilgili UNESCO Mirası meselesine dair daha önce de bir girişim olduğu bilgisini de o zaman öğrenmiştik.
İddiaya göre konu ile ilgili olarak Erdoğan ile Papadapoulos arasında Liman ve Maraş arasında bir “gizli anlaşma” yapıldığı ancak dönemin Kıbrıslı Türk lideri Mehmet Ali Talat’ın “Maraş, Limanlara denk bir taviz değildir” diyerek buna karşı çıktığı söylenmişti. Bu bağlamda Suriçinin de gündeme geldiği ve Litvanya’nın Mağusa’nın UNESCO Dünya Kültür Mirası listesine eklenmesi konusunda girişim yapması için hazır olduğu ifade edilmiş ancak daha sonra bu uzlaşı gerçekleştirilememişti.
Mağusa İnisiyatifi olarak önce Nikos Anastasiadis’in seçilmesinin ardından, Ioannis Kasoulides Dış İşleri Bakanı olarak göreve getirilmişti.
Kasoulidis’in Mağusa konusunda yapıcı bir tavra sahip olduğunu seçildikten kısa bir süre sonra makamında gerçekleştirdiğimiz görüşme ile gözlemlemiştik. Bu bağlamda, kentin UNESCO Kültür Mirası Listesine girmesi meselesi Mustafa Akıncı’nın Cumhurbaşkanı seçilmesinden itibaren başlayan liderler arası yakınlaşma süreci ile hız kazanmıştı.
Güneyin, Türkiye yerine tarafsız bir ülkenin böyle bir girişimi yapması durumunda, Kıbrıslı Rum liderliğinin de konuya olumlu yaklaşımına dair duyumlar almaya başladık.
İlerleyen günlerde, Akıncı ile Anastasiadis’in Mağusa Othello Kalesinde gerçekleşen konser ardından, gittikleri yemekte gündeme geldiğini öğrenmiş; hatta Anastasiadis’in bu konuda gayri-resmi olarak olumlu bir görüş verdiğine dair duyumlar almıştık. Öyle ki, konu ile ilgili girişimler ciddi ciddi tartışılmıştı çünkü konu Yunan Devlet Televizyonuna da yansımış, RIK ise konuyu “Mağusa Kültürel Miras Kapsamına Alınıyor” şeklinde haberleştirmiş, Birleşmiş Milletler Genel Sekreterinin de konuyla ilgili gayri resmi inisiyatif alacağından bahsedilmişti.
İlerleyen günlerde, bu konuyla ilgili girişimleri Türkiye ve Kıbrıs arasında tarafsız bir rol oynayabilecek olan Slovakya’nın yapacağı paylaşılmıştı. 2016 yılında gerçekleşecek BM Genel Sekreterliği seçimlerinde, Slovakya dönemin Dışişleri Bakanı Miroslav Lajčák’ı aday göstermişti. Bu anlamda, girişimin Lajčák’ın göreve uygun olduğu imajını güçlendirmek için bir kampanya olarak görüldüğünü de iddia edebiliriz. Ancak, zamanın lehimize olduğuna inanıyor, Amerikan Başkan Yardımcısı Joe Biden’in ziyareti ve öncesinde Obama’nın Basın Sekreteri tarafından yapılan Beyaz Saray açıklamasında da Mağusaya yer verilmiş olması da beklentilerimizi güçlendirmişti.
Ancak, tam Mağusa ile ilgili artan ilgi çerçevesinde gelişmenin heyecanını yaşarken, Anastasiadis’in o dönemki sözcüsü ve şimdiki Kıbrıs Cumhuriyeti Dışişleri Bakanı Nikos Christodoulidis bu gelişmeleri yalanladı.
Bu noktadan sonra yaptığımız istişarelerde neden böyle bir manevranın yapıldığını öğrenmeye çalıştık.
Aldığımız cevaplar göre Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyinin 541 numaralı kararına atfen kktcnin de facto bir devlet değil “tanınması yasaklanmış” bir devlet olduğu noktası karşımıza çıkmıştı. Bu tanınması yasaklanmış devlet tanımından ötürü, BM nezdindeki bir kuruma üye olma açılımının farklı sorunlar çıkaracağı biçiminde ele alınmış ve her durumda onaylanması için gereken salt çoğunluk oyunun alınamayacağını böylelikle daha büyük bir sorun olacağı ifade edilmiş. Süreç başlamadan sonlandırılmıştı.
İşin özeti, BM Güvenlik Konseyinin 541 ve 550 numaralı kararların bozulmadığı sürece, kktcnin BM nezdinde bir kuruma üye olamayacağı gibi, teklif edilmesinin de dengelere zarar vereceği için herkesin meşru gördüğü bir konuda dahi ilerleme sağlanamamıştı.
Konu ile ilgili Türkiye’de herhangi bir açıklama yapmamış, gündeme gelmesine dair de bir tutum belirlememişti.
Her ne kadar, Mağusa UNESCO Kültür Mirası olarak listelenmemiş olsa da, bu süreç Avrupa Komisyonu ile UNDP ortaklığında, İki Toplumlu Kültürel Miras Teknik Komitesinin yardımıyla Suriçindeki kültürel varlıkların korunmasına ve restorasyonuna yönelik yönelik önemli katkılar yapılması için etki yarattı. Tabi ki bu gelişmelerin arkasındaki sebebin sadece Mağusa İnisiyatifi’nin tutumu olduğunu iddia etmiyorum, bu diplomasi başlamadan UNDP Mağusaya ilgi gösteriyordu. Ancak bir biçimde inisiyatifin girişimlerinin sürecin sahiplenilmesinde bir rolü oynadığını söyleyebiliriz.
Hal böyleyken, Hasgüler’in ortaya attığı fikir çerçevesinde, kampanyanın yaratacağı etkiyi iki noktada düşünmek gerek. Birincisi, ortaya konulan talebin ben tam olarak karşılık bulacağına inanmıyorum. Bu isteğin meşruluk tartışmasının ötesinde, kampanyanın oyan şey, doğrudan kktcye dair alınmış tanınmama kararlarıdır. Kıbrıslı Türk toplumunun, 1960 yasalarına göre, Kıbrıs halkının oluşturan bir toplum olduğunu ancak egemenliğin coğrafik bir alanın üzerinde yaşayan “tüm topluluklarının” toplamı olan Kıbrıs halkına ait olduğunun[i] ve onun hali hazırda Dünya Sağlık Örgütünün tanıdığı devlet olan Kıbrıs Cumhuriyeti tarafından desteklendiğini de akılda tutmak gerek. BM Güvenlik Konseyinin 186 numaralı kararı da bu bağlamda adadaki tek yetkili otoriteyi Kıbrıs Cumhuriyeti olarak görmesi, ayrı bir unsur olarak Kıbrıslı Türklerin bu sürece dahil edilmesinin önünde bir engel olduğunu düşünüyorum.
BM Güvenlik Konseyi kararları ve Dünya Sağlık Örgütü anayasası uyarınca bir bölgenin de kabulünün 8. Maddede belirtildiği gibi Dünya Sağlık Asemblesi tarafından onaylanmasını gerektirmekte ancak 18. Maddenin h fıkrası uyarınca, “ulusal bir örgütün daveti” ancak ilgili “hükümetin” onayıyla gerçekleşebileceği aktarılmaktadır. Bu da aslında teklifi Türkiye yapsa dahi, Kıbrıs Cumhuriyetinin onayının aranacağı göstermektedir.
Bu durumda hem Türkiyenin hem Kıbrıs Cumhuriyetinin rıza göstermesinin sağlanacağı bir temsiliyet biçiminin en iyi ihtimalle “iki toplumlu teknik komite” uhdesinde oluşabileceğini söyleyebiliriz. Bunun dışında, COVID 19 salgınını tüm dünyadan çok daha hafif biçimde geçiren Kıbrısın kuzeyinde sakin insanlar için, kktcnin “tanınması yasaklanma” kararınını aşarak bir çözüm bulmak çok da kolay olmayacaktır.
Bu durumda Hasgüler’in çabalarını kötülemek niyetinde değilim. Benzeri bir süreci yaşayan biri olarak tam tersine ya BM’nin ilgili kararlarında tanınması yasaklanmış durumunun değiştirilmesi yada kktc denilen yapının ilgili BM kararlarına uyumlaştırılması gerekmektedir. Bu da bizi kapsamlı çözüm ilkeleri içinde belirlenmiş iki bölgeli, iki toplumlu, federal Kıbrıs tezine getirmektedir. Bunun araçları olan iki toplumlu sağlık teknik komitesinin bu anlamda daha etkin olarak kullanılması ve bunun dış politika unsuru haline getirilmesi ile mümkündür. İşin garibi, kktc dışişleri bakanı ve hükümeti ise bu konuda, muhtemelen seçim telaşında olduklarından ötürü böyle bir uzlaşı formülünü üstlenmemektedir.
Bu durumda aslında sorumlu olarak Dünyanın adaletsizliğinden dem vurabilirsiniz. BM güvenlik konseyi kararlarının aleyhimize olduğundan yakınabilirsiniz. Kıbrıs Cumhuriyetini suçlu sandalyesine oturtabilirsiniz. Ancak, tüm bunlara dair sorumluluk ne ise, en az o kadar sorumlu olan bir diğer durum ise kktc hükümetinin, iki toplumlu teknik komiteyi daha etkin bir biçimde kullanma yolunu seçmemesi ve bunun üzerinden bir diplomatik süreç başlatılmadığını da belirtmek gerekmektedir.
Keskin çizgilerle yapılan tanınma merkezli dış politikanın bizlere hiçbir şey kazandırmayacağını hatta basit bir istatistik olarak bile dünyada görünmez olacağımız gerçeğini açıkça konuşmak gerekmektedir.
Onun dışında, Hasgüler’in bu çabası belki murat ettiğini sağlayamaz ama Avrupa Komisyonu yardımları üzerinden yeni formüller bulmak mümkün olabilir. Sonuçta, UNDP birçok projeye imza atmakta ve kültürel mirasa sahip çıkmaktadır; ekonomik konularda Dünya Bankası kuzey Kıbrısı tanımadan Kıbrıslı Türk toplumunun ekonomik reform kapasitesini geliştirmeye yönelik belli bir etki yaratmaktadır.
Benzeri bir formül ile Dünya Sağlık Örgütü’nün de adanın kuzeyinde rol oynaması mümkün olabilir. Sağlık konusundaki uzmanlığın geliştirilmesi, işbirliklerinin arttırılması ve insani anlamda durumun uluslararası standartlara uyumlaştırılması için belli açılımlar gerçekleştirilebilir. Belki bu kampanyanın niyetlendiği sonuç olmayacak ancak dolaylı olarak da sonuçlar yaratabilir. Dolaylı sonuçlar da hala daha bu kampanyanın kazanımı olarak değerlendirilebilinir.
[i] Bunun yanında, Hasgüler’in Kıbrıslı Türklerin 1960 Cumhuriyetine dayanarak bir halk olduğu iddiası görülmektedir. Her ne kadar da ana akım Türk tezlerinde, Kıbrıslı Türklerin ayrı bir halk olduğu iddia edilse de, özetlikle Namibia ve Western Sahara kararları çerçevesinde halkın kim olduğuna yönelik tartışmaların ışığında hukuki zeminde Kıbrıslı Türklerin ayrı bir halk olduğu iddiası meşru değildir. Bunun politik olarak ifade edilmesi yasak olmamasına rağmen, hukuki bir karşılığı olduğunu söylemek mümkün değil. Zaten Kıbrıslı Türkler bugün bir halk olarak onaylansaydı, Kıbrıslı Türk halkının kendi kaderini belirlemesi de mümkün olur, KKTC’de tanınmış olurdu.