Türkiye ve Kuzey Kıbrıs’ta ekonomik kriz denince akla ilk olarak, döviz kurlarında yaşanan sert hareketler geliyor. Hal böyle olunca, son günlerde TL’nin döviz karşında biraz değer kazanması ve akabinde izlediği sakin seyir, ‘kriz bitiyor’ algısı yaratsa da, Çarşamba günü açıklanan enflasyon rakamlarının, beklentinin üzerinde çıkmasıyla, moraller yine bozuldu, hava yine değişti.
Türkiye İstatistik Kurumu verilerine göre, tüketici fiyatları Eylül’de aylık %6.3 oranında arttı. Yıllık bazda ise artış %24.52. Bloomberg TV’nin finans kurumlarında çalışan ekonomistlerle gerçekleştirdiği ankette Eylül ayı beklentisi %3.6 iken yıllık artış beklentisi ise %21.3 düzeyindeydi.
Üretici fiyatlarına baktığımızda ise burada tüketici fiyatlarının üzerinde bir artış görüyoruz. Üretici fiyatlarında yıllık bazda artış yaklaşık %46.
Üretici fiyatları son bir yıldır sürekli olarak tutarlı bir yükselişte. Eylül ayında yaşanan artış da bu seyirle doğru orantılı. Ancak tüketici fiyatları için aynı şeyi söylemek mümkün değil. Tüketici fiyatlarında halihazırda devam etmekte olan yükseliş trendi, Eylül ayına bir anda çok daha keskin bir çıkışa geçti.
Son dönemde üretici fiyatlarının tüketici fiyatlarına oranla daha büyük bir artış göstermesi, üreticinin maliyet artışlarını fiyatlarına yansıtamadığı anlamına geliyor. Bunun nedeni de azalan talep ve üreticiler arasındaki rekabet. Üreticiler küçülen pastadan pay alabilmek için fiyatı düşük tutup kârdan fedakârlık etmek durumda kalıyordu. Üreticinin %50’lere varan maliyet artışını daha fazla üstlenemeyeceği ve bir noktada fiyatlara yansıtmaya başlayacağı belliydi ve Eylül ayı itibariyle bu sürecin başladığını görüyoruz.
Bu noktada şu soru akla geliyor; bundan sonra ne olacak? Enflasyondaki artışın 2019 yılında da devam edeceğini düşünüyorum. Bu öngörümün 3 temel nedeni var. Bir; üretim maliyetlerinde yaşanan artış. İki; tarım sektöründe var olan yapısal sorunlar nedeniyle bir süredir devam eden gıda fiyatlarındaki artış trendinin devam edeceği beklentisi. Üç; TL’nin değerinde yaşanması beklenen muhtemel yeni kayıplar.
İlk olarak üretim maliyetlerini ele alalım. Üretim maliyetlerinin önemli bir unsuru elektriktir. Şu anda elektrik sektöründe çok temel ve ciddi sorunlar yaşanıyor. Tam da Türkiye Yardım Heyeti’nin KKTC hükümetlerine tavsiye ettiği gibi, Türkiye’de de elektrik tamamen ticari bir ürüne dönüştürülmüş durumda. 2013 yılında elektrik dağıtımı tamamen özelleştirildi. TL’nin değer kaybı nedeniyle bu sektörün girdi maliyetlerinde ciddi anlamda bir artış var ancak siyasi baskı nedeniyle, bu maliyet artışı yakın zamana kadar elektrik fiyatlarına yansıtılamadı. Bu da sektörde faaliyet gösteren şirketleri mali açıdan zora soktu. Borçlarını ödeyemeyecek duruma geldiler. Şirketler, borç yapılandırması için bankalarla pazarlık halindeler. Sektörü kurtarmak adına şimdi elektrik fiyatına zam yapılıyor. Konut elektriğine yüzde 33% zam yapılırken, ticarethane ve sanayi elektriğine yapılan zam oranı %45.
Türkiye elektrik sektörü bu haldeyken, Ekonomi Bakanı Sayın Özdil Nami, Kuzey Kıbrıs’a kabloyla nasıl ucuza elektrik götürmeyi planlanıyor, bunu da merak etmiyor değilim doğrusu!
Konumuza dönelim; üretim maliyetlerinde elektriğin yanı sıra artışa neden olan bir diğer unsur da kredi maliyetlerindeki artıştır. Bunun nedeni de ‘risk priminin’ her geçen gün artıyor olmasıdır. Risk primi dediğimiz şey, ekonomik riskler arttıkça, borç verenlerin risklere karşılık daha çok faiz talep etmeleridir.
Örneğin geçtiğimiz hafta Akbank, vadesi gelen yaklaşık 1 milyar dolarlık dış borcunu, bir yıllık vadeli yeni bir borç alarak ödeyebildi. Ancak faiz oranı, tam da yukarıda bahsettiğim ‘risk’ nedeniyle, 6 ay önceki faiz oranın iki katı.
Kredi maliyetlerindeki artışlar hem üretimi zorlaştıracak hem de borç içinde yüzen ve kredi ihtiyacı bulunan özel sektörün işini daha da güçleştirecek. Üreticiler, bu kredi maliyet artışlılarını fiyatlara yansıtmak durumunda kalacaklar ki bu da enflasyondaki artışın devam edeceği anlamına geliyor.
Enflasyondaki artış ise, ekonomi içerisinde birçok kısır döngü yaratıyor. Bu kısır döngülerden bir tanesi de her enflasyon yükselişinde finansal piyasalarda faiz artışı beklentisi oluşması. Merkez Bankası’nın faiz artırması kredi faizlerinde artışa neden olacak. Üreticilerin de bu maliyet artışını fiyatlarına yansıtması yeni bir faiz artışı beklentisi doğuracak.
Hemen her sektörden şirketlerin yüksek borçlarından dolayı iflas ettiği bir dönemde, faiz artışı ekonomik intihar demektir. Ama piyasanın sopası havaya kalktı bir kere. O sopanın neler yaptırabileceğini merkez bankasının faizle ilgili en son kararında çok net biçimde gördük.
Enflasyondaki artışın diğer bir önemli nedeni de gıda fiyatlarındaki artıştır. Eylül ayında gıda fiyatlarında da ortalama fiyat artışlarının üzerinde bir artış yaşanmış. Gıda enflasyonu aylık bazda %6.4 artış gösterirken, yıllık bazdaki artış %27.7 düzeyinde. Yukarıda açıklamaya çalıştığım maliyet artışları da aslında gıda fiyatlardaki artışın önemli bir nedeni. Diğer bir nedeni ise sektörde AKP yönetimi döneminde oluşan yapı. Tarım ve hayvancılık sektörü AKP döneminde ciddi anlamda bir dışa bağlı yapıya büründü. Birçok ürün ve girdi maddesi dışardan geliyor. TL’nin değer kaybetmesi de ayrıca gıda fiyatlarında artışa neden oluyor.
Gıda fiyatlarındaki artışın 2019 yılında da devam etmesi bekleniyor. Örneğin, Dünya Gazetesi’nden tarım uzmanı Ali Ekber Yıldırım, geçtiğimiz günkü yazısında, girdi fiyatlarındaki artıştan dolayı yeterli buğday ekimi olmadığından bahsediyordu. Bu da buğday, un ve dolayısıyla ekmek fiyatlarındaki artışın devam edeceği anlamına geliyor.
Dikkat ettiyseniz, yazının bu kısmına kadar TL’deki değer kaybından bahsetmedim. Doların 6 TL seviyelerine yükselmesinin tetiklediği sorunları ve bu sorunların ekonomi üzerinde yarattığı tahribatı özetlemeye çalıştım. TL değer kaybetmeye devam ederse bu sorunlar artmaya devam edecektir.
TL’nin değer kaybı devam eder mi? Değer kaybının devam edeceğini düşünüyorum. Ekonominin yüklü miktarda döviz ihtiyacı devam ediyor. Yapılan hesaplar, Ekim ayında toplam döviz ihtiyacının 15 milyar dolar olduğunu gösteriyor. Merkez Bankası’nın döviz rezervlerinin, artan döviz ihtiyacıyla birlikte azaldığını gözlemliyoruz. Döviz rezervlerinde, son iki ayda yaklaşık 20 milyar dolarlık bir düşüş oldu. Düşüşün devam etmesi yakında rezervler bitiyor kaygısına neden olacak. Bütün bunların da kur üzerinde yaratacağı baskıyı tahmin edersiniz.
ABD’li din adamı Brunson’ın serbest kalıp kalmayacağı gündemin diğer bir önemli maddesi. Brunson’ın serbest kalmasının, piyasadaki beklentileri olumlu etkileyeceği ve bunun da haliyle TL’ye değer kazandıracağı yönünde bir görüş hakim.
Ancak içinde bulunduğumuz ekonomik konjonktürde, ekonomik analizi ekonomi dışı etkenlere indirgemenin hatalı çıkarımlara yol açacağına inanıyorum. Şu anda analizlerin, psikolojik beklentilerde değil, Türkiye ekonomisinin ‘gerçeklerinde’ ya da başka bir deyişle ‘temellerinde’ (İngilizce’de buna ‘fundamentals’ deniyor) yoğunlaşması gerekiyor. Ekonominin temelleri (fundamentals) üretim, üretim maliyetleri, teknoloji, reel ücretler ve şirketlerin durumu gibi reel faktörlerdir. Ve Türkiye’de şu anda bu temellerde ciddi sorunlar var. Brunson’ın serbest bırakılması durumunda, büyük ihtimalle ekonominin toparlanma sürecine girdiğine dair bir izlenim yaratılacak ama bu yanlış bir izlenimdir çünkü ekonominin toparlanabilmesi için esas olan, reel faktörlerde var olan sorunların giderilmesidir.
Bütün bu anlattıklarım sadece enflasyonu değil, ekonominin genelini olumsuz etkileyecek nitelikte gelişmeler. Ekonominin yavaşlaması ve kredi maliyetlerindeki artış, özel sektörde halihazırda devam eden şirket iflaslarını artıracak. Bu da bankacılık sektörünü olumsuz etkileyecek. Sorunlu kredilerin miktarındaki artış bunun öncü göstergesi olarak değerlendirilebilir. Özel sektörün yaşadığı sorunların bankacılık sektörüne sirayet etmeye başladığına dair işaretler geliyor. Bunun önemli bir örneği, geçtiğimiz günlerde, ekonomist Uğur Gürses’in etkileyici bir araştırmacılık örneği göstererek ortaya çıkardığı, 3 kamu bankasına, el altından, işsizlik fonundan yapılan yüklü miktardaki (10 milyar TL) sermaye transferidir. Hatırlayalım, İş Bankası Genel Müdürü, yaşanmakta olan kriz nedeniyle, bankaların sermayelerinin, yükümlülüklerine göre azaldığından şikâyet ediyordu.
Peki, AKP yönetimi ne yapıyor? Elinde sopa, marketlerdeki ürün fiyatlarını denetliyor ve Titanik müzisyenleri gibi davranarak, “kriz yok”, “en kötüsünü geride bıraktık” şeklinde açıklamalar yapıyor.
Oysa enflasyondaki yükselişin ve ekonomideki kötüleşmenin hızlanacağı bir döneme giriyoruz. Ve bu filmde de, tıpkı Titanik’te olduğu gibi, maalesef mutlu son yok.