“Gerçek bir söz söylemek,
dünyayı dönüştürmektir.”[1]
“Gerçek sözü söylemek” eyleminin yazar için “olmazsa olmaz” olduğundan şüphe duymuyorum.
“Yollar kesilmiş alanlar sarılmış/ Tel örgüler çevirmiş yöreni/ Fırıl fırıl alıcı kuşlar tepende/ Benden geçti mi demek istiyorsun/ Aç iki kolunu iki yanına/ Korkuluk ol!” vurgusuyla “Kaldır başını kan uykulardan./ Böyle yürek böyle atardamar./ Atmaz olsun./ Ses ol ışık ol yumruk ol,” diye ekleyen Rıfat Ilgaz’a ya da Sennur Sezer’in, “İnsan yaşadığı çağdan sorumludur,/ Ve tanık olduğu bütün savaşlardan,/ kırımlardan, yokluklardan, baskılardan sanıktır/ Hayır demeyi öğrenir bu yüzden ve haykırır:/ Hayır! Hayır! Hayır,” dizelerine müthiş değer veririm.
Çünkü “Dünya hassas kalpler için cehennem gibidir,” saptamasından hareketle, “Akılsızlar hiçbir zaman huzursuzluk duymaz,” diyen Johann Wolfgang von Goethe’nin ifadesindeki üzere yazarın huzursuzluğuyla ma’ruf organik aydın olduğunu düşünürüm.
* * * * *
Stefan Zweig’ın, “Belli bir hedefi olmayan her hayat bir hatadır,” saptamasının altını özenle çizerek hatırlatmalıyım: “Parçalanmış toplumların ürünü olan aydın, bu toplumların varlığının kanıtıdır, çünkü onların parçalanmışlığını içselleştirmiştir. O hâlde, aydın tarihin ürünüdür. Bu bağlamdan, hiçbir toplum kendini suçlamadan aydınlarından şikâyet edemez, çünkü ne ettiyse onu bulmuştur.”[2]
Tekrarlıyorum: Yazar da tarihin ürünüdür
Georges Politzer’in, “Entelektüel bağımsızlık, eleştirel zekâ, tepkiye boyun eğmek değil, tersine boyun eğmemek demektir”…
Jean Paul Sartre’ın, “Aydın olarak görevim düşünmektir. Hiçbir engel tanımadan, tehlike karşısında bile kendime bir sınır koymadan, koydurtmadan düşünmek”…
Umberto Eco’nun, “Aydınlanmış entelektüel ahlâkın vazgeçilemez koşulu, tüm inançları, hatta bilimin mutlak gerçek dediklerini de eleştiriye tabi tutmaktan geçer”…
George Orwell’ın, “Evrensel riyakârlık dönemlerinde hakikâti söylemek devrimci bir eylemdir”…
Noam Chomsky’nin, “Entelektüel gelenek, iktidara yalakalık geleneğidir. Bu geleneğe ihanet etmemiş olsaydım kendimden utanırdım,” tanımlarındaki “entelektüel/ aydın” sözcüğü yerine yazar ifadesini koyarak okuyabilirsiniz denilenleri…
Yine “entelektüel/ aydın” sözcüğü yerine yazar ifadesini koyarak okumaya devam edelim:[3]
“Entelektüel, toplumda bir uzlaşma oluşturacak genel simgeleri yaratan biri değil, bu simgeleri sorgulayan, kutsal sayılan gelenek ve değerlerin ikiyüzlülüğünü, ırkçılığını, cinsiyetçiliğini teşhir eden hiç bir fikir ayrılığına tahammülleri olmayan kutsal metin gardiyanlarıyla mücadeleden çekinmeyen kişidir, bir entelektüel hiç bir kahraman ve siyasi tanrıya inanmaz.”[4]
“Tüm insanlar aydındır ama toplumda herkes aydın işlevi görmez.”[5]
Ancak burada durup, “Fetullah, bir zamanların sosyalist aydınlarını satın almış ve onları ön cepheye sürmüştür,”[6] türünden zırvaya, “Sosyalist aydın satın alınamaz, satın alınan da sosyalist aydın olamaz,” yanıtını verip, sözü “Önceleri Latin Amerika’da yabancı fonlarıyla beslenen kuruluşlardan mali destek almayı kabul eden solcu bir aydın bulmak neredeyse imkânsızdı. Bugünse, şöyle ya da böyle Kuzey Amerika ya da Avrupa vakıfları tarafından finanse edilmeyen bir araştırma enstitüsü ile bağlantılı bir araştırmacı bulmak oldukça zor. Fon almayanların çoğunluğu da buna karşı olmaları nedeniyle değil, düzenli bağlantıyı henüz kuramamış olmaları nedeniyle bu durumda,”[7] uyarısıyla James Petras’a bırakarak, bunun kimi “yazar(cık)lar” için de geçerli olduğunu belirtelim!
Kolay mı?
C. Wright Mill, İkinci Dünya Savaşı sona ererken gerçek entelektüellerin iki seçenekle karşı karşıya olduğunu söyler; umutsuz bir güçsüzlük duygusu eşliğinde marjinalleşme ya da kurumların, şirketlerin veya hükümetlerin kadrolarına katılıp, içerdekiler olarak kendi başına ve sorumluluk almadan önemli kararlar alan küçük bir grubun parçası olmak!
Mill, bu iki seçenek karşısında direniş çağrısı yapar: “Bağımsız sanatçı ve entelektüel, klişeleştirme ve klişeleşmenin gerçek anlamda yaşayan şeylerin ölümüne yol açışı karşısında direnmek ve savaşmak için donanıma sahip sınırlı bir kesim içindedir. Yeni algı, maskeleri artık kesintisiz biçimde kaldırmayı ve modern iletişimin… bizi bataklığına çektiği düşünme ve görme klişelerini parçalamayı içerir.”[8]
Bu çağrı iktidarın şiddetine ya da satın alma kastına karşı hâlâ geçerliliğini korumaktadır.
Çünkü sınıflı bir dünyada entelektüel de, yazar da toplumsal gelişme içinde ortaya çıkıp, sınıf mücadelesi ile biçimlenir…
Entelektüel ya da yazar “Tavus Kuşu”[9] değilse, elbette bir “angajmanı”,[10] tarafı olacaktır.
Ancak kendine “solcu”(?) diyen(!) ama o değerlere güvenmeyerek, kıyısında durmayı yeğleyen “Tavus Kuşları”, “Sapere aude/ Bilmeye cesaret et!” gerçeğine sırt döndükleri hâlde ve utanmadan kendilerine hâlâ entelektüel/ aydın, yazar diyebilmektedir!
Burada “Dünyada çok şey olmak kolay da, insan olmak zor,” vurgusuyla ‘Ağacın Çürüğü’nde Yaşar Kemal ustanın, “Bizim aydınımız neden yaratıcı değil. Çok kitap okuduğu için değil. Birincisi çok kitap okuyamadığı için… Az kitap okuyup, çok ezberlediği, çok az düşündüğü için,”[11] notunu düştüğünü de ekleyelim…
* * * * *
Özetle Orhan Veli’nin, “Camekânlar bedava;/ Peynir ekmek değil ama acı su bedava;/ Kelle fiyatına hürriyet,/ Esirlik bedava;/ Bedava yaşıyoruz, bedava” dizeleriyle müsemma verili hâlde; Cahit Sıtkı Tarancı’nın, “Efkâr ettiğimiz şey, memleketin hâlidir/ Sanmam hemşerim, sanmam bundan acısı olsun,” mısralarındaki duruş(umuz); dik durup, egemen(liğ)e diklenmek olmalıdır.
Kamplara ayrılıp kutuplaştırılan toplum(umuz)da ötekileştirme/ ayrıştırma güncel devlet politikası hâline gelip; ürkütücü boyut(la)a ulaşmıştır; “Ya bendensin ya da düşmanımsın,” dayatmacılığıyla!
Söz konusu politika nefreti, kini büyütürken; egemen(lik)den yana olmayan(lar)ı tehdit eder oldu. Yani sanatçısından yazarına, akademisyeninden bilim insanına hemen her kesimi hedef tahtasındadır artık!
Egemen(ler)in düşmanlık ve nefrete yaslanan hamaseti toplumu kin ve nefretle beslerken; ırkçılık sıradanlaşıp, olağanlaşıyor; meşrulaştırılıyor!
İktidarın manipülatif “algı yönetimi” süreç hâlinde faşizmin toplum mühendisliğine ivme katıyor; kitleler hipnotize ediliyor.[12]
Bu tabloda anlamak/ anlatmak kaçınılmaz bir görev olarak ötekileştirici manipülasyonlara karşı çıkma pratiğine endeksleniyorken; tüm haksızlıkların karşısınd da “insanî olan”ın hakkaniyetini, vicdanını zorunlu kılıyor.
Yazarın/ aydının görevi tam da bu momentte biçimleniyor!
“Hiçbir gerçeklik kendi kendine dönüşmez”ken;[13] “Özel bir problem, ezilenlerin ikiliğidir: Çelişkilidirler, bölünmüşlerdir, somut bir baskı ve şiddet durumunda biçimlenmişlerdir ve bu durum içinde var olmaktadırlar.”[14]
Söz konusu hâlde “Ezilenlere zarar veren ‘özgürlük korkusu’ onları ezenlerin rolünü arzulamaya yönelten veya onları ezilen rolüne bağlayan korku, incelenmeli”yken;[15] “Umutsuzluk suskunlaşmanın, dünyayı yadsımanın ve dünyadan kaçışın bir biçimidir.”[16]
Bu kaçışa karşı “Mücadele, insanların, başkalarınca mahvedilmiş olduklarını görmeleriyle başlar.”[17]
Yazar/ aydın açısından “Halka gerçekten adanmış olmak, onun ezildiği gerçekliği dönüştürmeyi gerektirir”ken;[18] “Özgürleşme bir praksistir: İnsanların üzerinde yaşadıkları dünyayı dönüştürmek için düşünmesi ve eyleme geçmesidir.”[19]
Yani Yunan mitolojisi gök kubbeyi sırtında taşıyan Atlas’ın, kâinatın bütün yükünü taşıma azmi, kararlılığıyla müsemma duruşla ne yaptığını, neden yaptığını bilerek yapıp, sorup, öğrenerek; sormaktan, tartışmaktan çekinmeden; gerçeğin cesaretli kalemi yani eleştirel düşüncenin sesi olmaktır.
Çünkü “Özgürlük yalnızca, hayatın tehlikeye atılmasıyla elde edilir…”[20]
“Ezilen ancak içinde tutsak olduğu çelişkinin üstesinden gelip ‘kendi için varlık’ hâline geldiğinde gelişmeye başlar.”[21]
Nihayetinde “Özgürleşme bir praksistir: İnsanların üzerinde yaşadıkları dünyayı dönüştürmek için düşünmesi ve eyleme geçmesidir.”[22]
Yazar/ aydın bunun için vardır; var olmalıdır.
* * * * *
Mesela “Grev’deki Sarı Mehmet”ine, “Sen, bana ekmek veriyorsun ha! Sen kimsin de bana ekmek vereceksin? Çalışıyorum ben, alnımın teriyle kazanıyorum onu. Bana ekmek veriyormuş!.. Ben çalışmayayım da sen bana ekmek ver… Ulan siz değil ekmek, günahınızı bile vermezsiniz bedavadan!”[23]
Dokumacı Kemal Dokuzcanlı’ya, “Büyük tüccar, büyük çiftçi, büyük fabrikatör benim küçük derdimi ne bilecek? Onlar kendi dalgalarında, ben kendi dalgamdayım,” dedirten Orhan Kemal gibi…
“Bozuldu ağa bozuldu, dünya kökünden bozuldu. Üstüne bastığım toprak ayaklarımın altından kayıyor sanki. Bugün dünü arıyoruz, yarın da bugünü arayacağımızdan şüphen olmasın,”[24] ifadesiyle O, sanatının amacını “İnsanlığın, insanlık tarafından, insanlık için yönetilme çabası adına sanat,” biçiminde tarif ederken; “Yaşama tutunmaya çalışan küçük insanlar”[25] nezdinde büyük insanlığı hikâyesini kaleme almıştı.
2 Haziran 1970’te 1970 Sofya Devlet Hastanesi’nde yaşamını yitmeden bir gün önce hepimize veda ederken de “Eşe dosta selam. İnandığım doğruların adamı oldum, böyle yaşadım karınca kararınca. Bu doğruların savaşını daha çok sanatımda yapmağa çalıştım. Kursağıma hakkım olmayan bir tek kuruş dahi girmemiştir,” diyen TKP’li Orhan Kemal, “Köylümün, işçimin, tüm fakir fukaranın amansızca sömürülmesi kendi dramım olmuştur!” vurgusuyla; “Çukurova’nın destanı, insanın destanı”nı[26] ak kâğıda nakşetti.
* * * * *
Olağanüstü bir yazardır Yaşar Kemal; toplumun sesi, bilinçli yüreğidir.
Adil ve eşit yeni bir dünyayı özleyen direnişçiydi.
Zulme karşı dik duran, barış için çırpınandı.
Bir de “Benim başlıca derdim doğadır. Kendimi bildim bileli benim dostum doğadır.
Dünyamız tükeniyor. Birçok hayvanın, birçok ağacın, birçok böceğin, birçok kuşun soyu tükendi.
Bundan sonra da insanların soyu diyecektim ama dilim varmadı. İnsanoğlu bu kötü durumu sürdürmeyecektir.
Ben bilinçli olarak, ben aydınlığın türküsünü, iyiliğin, güzelliğin türküsünü söylemek istedim. Romanlarım yaşam gibi doğru söylesin, yaşamla birlik olsun istedim. Çünkü yaşam umutsuzluktan umut üretmektir. İnsan umutsuzluktan umut üreterek bugüne kadar gelmiştir.
İyi ki dünyaya geldik, yaşadık, ışığı gördük. Ya gelmeseydik, ya bu güzellikleri görmeseydik… Beni okuyanlar karamsar olmasınlar,”[27] diyendi.
Doğayı konuşturan ustaydı; coğrafyayı anlatıcı kılan yazardı: Havayı, ovayı, dağı, bahçeyi, çiçeği, börtü böceği dillendiren; o dili alıp kanatlandıran uçuran, o dili alıp bin bir imgeyle, renkle, kokuyla, ışıkla, tutkuyla donatan; o dili yeniden, yeniden coşturandı… Hem her zaman kendi; hem de her zaman toplumun vicdanı olan… Hem Marksist hem de düşlerin, efsanelerin, destanların anlatıcısıydı Yaşar Kemal…[28]
Yaşar Kemal yazarlığını şu cümlelerle tanımlar: “Yoksulluk, insanoğlunun başına gelen en büyük felakettir; yoksulluğa karşı savaşımı amaç belledim… İşkence, savaş, yoksulluk, sömürü insanlık suçlarıdır. İnsanın insanı aşağılaması, insanın acılara katılmaması ya da katılamaması da bağışlanamaz. İnsanın gücüne inanıyorum, sözün gücüne de bundan dolayı inanıyorum. Edebiyatımı bu gücün üstüne kurmaya çalıştım…”
O, Çukurova yerelinden Anadolu ulusallığına, oradan dünyanın evrenselliğine uzandı. İnsanı, doğayı, aşkı, sevdayı, yoksulluğu, mazlumları ve zalimleri, insanın insana ettiğini yazdı. Emeğin ve insan sevgisinin yüceldiği bir ses oldu. Anadolu’nun sesi oldu! Toprağımızın, insanımızın, sanatımızın yüzünü ağarttı.
Kolay mı? Çağların anlatım geleneğini ustalıkla sürdüren, bir destan sürükleyiciliğiyle, titiz ayrıntıları ve doğal gerçekliği iç içe anlatan Yaşar Kemal, canlı, duyarlı, zenginleştirilmiş diliyle tadımsız meyveler sundu. Onun meyveleriyle sunduğu, halk diliyle yoğrulan bir evrensel birikimdi.[29]
“Benim için dünya bin çiçekli bir kültür bahçesidir; bir çiçeğin bile yok olmasını, dünya için büyük bir kayıp sayarım… İstedim ki, beni okuyanlar sevgi dolu olsunlar, insana, kurda kuşa, börtü böceğe, tekmil doğaya, bu görkemli kültür toprağına, saygı dolu olsunlar,” diyen Yaşar Kemal 28 Şubat 2015’te çok sevdiği doğayı ve “o güzel insanları” bırakarak aramızdan ayrılarak ölümsüzleşti.
En büyük özelliği hayal kurmaktı: “Hayal kurarım hayal.. Işıklı, sevinçli, çiçekli..
Kimsenin kimseyi sömürmediği.. Kimsenin kimseden korkmadığı, kuşkulanmadığı, kimsenin kimseye düşmanca bakmadığı bir dünyanın hayalini kurarım.
Kimsenin kimseye diş gıcırdatmadığı bir dünya..
Gönlü gani bir adam sayarım kendimi. Bu kadarı da bana yeter, bu kadarı bile beni mutlu eder,” derken; “Bu dünya sevgisiz bir dünya. Dünyayı sevmeyenlerin, ağaçları, kuşları, ak bulutları, mavi göğü, akar suları, topal karıncayı, hasta kurbağayı sevmeyenlerin dünyası. İnsanoğlunu sevmeyenlerin dünyası. İnsanın yozlaşma belirtisi, insanın sevgisizliğiyle başlar,” gerçeğinin altını çizmekten geri durmazdı.
Sonra da meydan okurcasına, “İnsanlarla oynamamalı. Bir yerleri var, bir ince yerleri, işte oraya değmemeli,”[30] dedirtirdi İnce Memed’ine..
“İnsan, evrende gövdesi kadar değil, yüreği kadar yer kaplar,” diyen yazardı, aydındı, TİP’liydi ve çok önceden demişti diyeceğini: “O iyi insanlar, o güzel atlara bindiler ve çekip gittiler. Demirin tuncuna, insanın piçine kaldık…”
* * * * *
Sonra da “Biz istiyoruz ki, bu memlekette yapılan her iş, üç beş kişinin çıkarına değil, bu toprakları dolduran milyonların yararına olsun,”[31] vurgusuyla “Çalmadan, çırpmadan, bize ekmeğimizi verenleri aç, bizi giydirenleri donsuz bırakmadan yaşamak istemek bu kadar güç, bu kadar mihnetli, hatta bu kadar tehlikeli mi olmalı idi?” sorusunu dillendirirdi Sabahattin Ali…[32]
“Umut etmek; iyiyi, güzeli, adaleti, hakça paylaşımı…” “Biz istiyoruz ki, insanlar, kafalarındaki fikirlerinden dolayı değil bu yurdun yararına yahut zararına yaptıkları işlerden hesap versinler,” diyen “O, Edremit’in Sabahattin Ali’si, Türkiye’nin de Maksim Gorki’siydi”;[33] “Bir mirastı”…[34]
“Belki de yeni bir başlangıç yapmanın vaktidir. Yeni bir başlangıç için her şeyi yıkmanın vakti.”
“İnsan dünyaya sadece yemek, içmek ve koynuna birini alıp yatmak için gelmiş olamazdı! Daha büyük ve insanca bir sebep lâzımdı.”
“İnsanların hemen hepsi hayatı karın doyurmak ve gelişigüzel biriyle yatmaktan ibaret farz ederler. Hâlbuki bu takdirde insanın diğer hayvanlardan ne farkı vardır.”
“Yaşamak ve yeryüzünde üç adımlık bir yer işgal etmekle mühim bir iş yaptıklarını zannederler.”
“Solcular gerçekleri bedava anlatır tutuklanır. Sağcılar yalanları parayla satar, zengin ve makam mevki sahibi olurlar.”
“Varlığını ekmek parasına satanlardan olmayacağım.”
“Her şeye hazır bulunan ve kimden ne gelebileceğini bilen bir insanı sarsmak mümkün müdür?” satırlarındaki kararlılıkla yaşayan O; “Sakın tepenize bir sırça köşk kurmayınız. Ama günün birinde nasılsa böyle bir sırça köşk kurulursa, onun yıkılmaz, devrilmez bir şey olduğunu sanmayın. En heybetlisini tuzla buz etmek için üç beş kelle fırlatmak yeter,” diyenlerdendi.
Çözümü işaret eden müthiş eleştiriydi aynı zamanda da; “Hoş tutulan bir oyuncak olmak, onlara insan olmaktan daha kolay ve cazip geliyordu.”
“Karanlık ve karışık olmak suretiyle derin ve manalı görünmek hilesine başvuruyorlar.”
“Parası olanın ırzı da tamam, namusu da!”[35]
“İnsanların en zayıf tarafları, sormadan, araştırmadan, düşünmeden, kafalarını patlatmadan inanmak hususundaki hayret verici temayülleridir. Dünyadaki yalancı peygamberleri yetiştirmek ve beslemek için en iyi gübre, işte bu bilmeden inanmak için çırpınan kalabalıktır.”[36]
“İçimizde şeytan yok. İçimizde aciz var. Tembellik var. İradesizlik, bilgisizlik ve bunların hepsinden daha korkunç bir şey. Gerçekleri görmekten kaçmak itiyadı var,” satırlarındaki üzere…
Ayrıca, “Yalnız onun yanındayken içimi müthiş bir korku, onu kaybetmek korkusu sarardı,”[37] diyecek kadar aşıktı, sevdayı çok mu çok önemser ve “Dünyada hayatın bir tek manası varsa o da sevmektir. Hatta mukabele edilmesini bile beklemeden sadece sevmek,” derdi.
Ve nihayet “Bir kitapçının sokakta bıraktığı kitaplar için ‘Çalmazlar mı’ sorusuna verdiği cevap ‘Okuyanlar çalmaz, hırsızlar da kitap okumaz’…” idi.
Son bir şey daha: cinayete kurban gitmeden önce kızına yazdığı mektupta, “Bekleyen her şey bir gün solar ve ölür. Bu bir papatya da olabilir veyahut bir umut da,” demişti Sabahattin Ali…
* * * * *
“Otobüsün camına kafasını dayadı. Yine hayal etti. Hayal etmek kadar güzel şey yoktu. İnsanı yapan, eden hayal etmekti,”[38] satırlarındaki üzere hayalperestti; güzel, iyi, haklı, adil günleri düşlerdi.
Sıradan, sokaklardaki insanların hikâyecisi Sait Faik Abasıyanık. Hikâyelerinin başkişilerinin birçoğu İstanbul Rum’uydu, balıkçılardı, küçük zanaatkârlar, emekçiler, meyhanecilerdi.
İnsanları “bütün hâlleri”yle öyle bir sunar, onlar Sait Faik’in kitaplarında öyle bir anlatılır ki, bazı pasajlarda balık ve deniz kokusunu alırsınız; Bizans kokar, fakirlik, merhamet kokar satırları.
Bunların yanında; “Bu ahlâkta yalnız, yalnız o para denilen şeyi her ne pahasına olursa olsun kazanmak vardı. Şeref de oydu. Ahlâk da oydu. Namus da oydu. Bir bakıma doğru da. Onunla satın alınmayacak hiçbir şey yoktu: Pırlantasından insanına kadar.”[39]
“Riyakâr olmalıyız. Hepsi gibi. Hele biraz samimi ol. Derdini bir dök hele. Hele bir insanın sana şifa veren parlak gözünden söz aç. Seni paramparça ederler,”[40] satırlarındaki gibi “Hayır” diyen sert bir eleştirmendi.
Hem de “Bu şehir laubaliliğin, kötülüğün, ikiyüzlülüğün kaynaştığı bir şehir. İyi insanları yok mu? Dolu. Ama nasıl çekilmişler, nasıl ürkmüşler, nasıl kapanmışlar bir yere? Neredeler?”[41] sorusunu dillendiren duruşuyla…
* * * * *
29 Ağustos 2016’da aramızdan ayrılan Vedat Türkali sonuna kadar devrimciydi.
“Sinema[42] ve edebiyat dünyasının ustalarındandı.”[43]
“Bekle bizi İstanbul” derdi Türkiye Komünist Partisi’li (TKP) Abdülkadir Pirhasan -bilinen adıyla yazar Vedat Türkali- eklerdi:
“Kirli çocuklarınla bekle bizi/ Bekle zafer şarkılarıyla caddelerinden geçişimizi/ Bekle dinamiti tarihin/ Bekle yumruklarımız/ Haramilerin saltanatını yıksın/ Bekle o günler gelsin İstanbul bekle/ Sen bize layıksın.”
Vedat Türkali’yi edebiyatımızda ayrıcalıklı bir noktaya taşıyan özelliklerden biri entelektüel olarak aldığı tavırdı. Söz konusu tavır, edebiyatındaki biçime de yansıdı ve hem politik hem de edebi olarak tartışmaya değer eserler yazabilmesini sağladı.
Edward Said, entelektüel bireyin hangi partiye yakınlık duyarsa duysun, hangi ülkeden gelirse gelsin ve kendini aslen neye bağlı hissederse hissetsin, insanların çektiği acılar ve yaşadığı baskılar konusunda belli doğruluk standartlarından şaşmaması gerektiğini vurgular. Türkali’nin yaşamı bu tanıma bire bir uyar. Romanlarında da aydın sorumluluğu konusunu sıklıkla işlemesi boşuna değil.
Kimi zaman yalnız kalmayı göze alan, kendi geleneği ile ters düşebilen bir sanatçının sürekli kendini de sorgulama serüvenini de izleyebiliriz romanlarını okurken. Kendine özgü biçimi sayesinde okuruyla diyaloğu canlı tutarak hem çağdaşı olan entelektüelleri eleştirdi hem de yakın tarihin ve yaşadığı çağın gerçekliklerine nüfuz etmeyi başardı.[44]
TKP’nin tarihi niteliğindeki, İkinci Dünya Savaşı döneminin siyasal yapısının sergilendiği ‘Güven’[45] başlıklı iki ciltlik romanı kült eserlerinden biri oldu.
Yapıt, 1930’lu yıllardan 1945’in sonlarına dek; sanattan parti siyasetine, eğitimden ticarete, dinden iktidar erkine ülkenin bir tür siyasi ve beşeri haritasını verip; 30’lu yılların sonunda, savaşa karşı olan sosyalizm yanlısı gençlerin TKP’yi aramaları serüvenine odaklanırken; TKP’nin tarihini yazma ve yer yer eleştirisini dillendirir.
Ayşegül Tözeren, Vedat Türkali’nin edebiyatı ile ilgili şunların altını çizere: “O, ‘(Bekle Bizi) İstanbul’ gibi dilden dile dolaşan şiirlerin şairiyken, ellili yaşlarında romana yönelerek, ilk romanı Bir Gün Tek Başına’yı yazmıştır ve bu ilk roman, edebiyat tarihinde kült eserler arasındaki yerini almıştır. Sonrasında, iki ciltten oluşan ‘Güven’, ‘Yeşilçam Dedikleri Türkiye’, ‘Mavi Karanlık’, ‘Kayıp Romanlar’ gibi birçok romanı kaleme alarak, yıllar içinde edebiyat verimliliğinden kopmamıştı.”[46]
“Düşündüğünü söylemekten korkmaya başladı mı kişi; düşünmekten de korkmaya başlar!” vurgusuyla ardında hepimizi sarsan, hepimize öğreten şu (ve benzeri) uyarıları bıraktı:
“Sadece okumaya yarıyorsa kitaptan iyi afyon yok!”
“Bazen öyle diplomalı insanlar görüyorum ki, içimden bu kadar cehalet ancak eğitimle mümkündür.”
“Dalkavukların, ikiyüzlülerin, sahtekârların egemen olduğu böyle bir toplum, bilim, teknoloji, üretim kalitesi açısından geri kalmaya yazgılıdır.”
“Didinip doğrulara varmaktan başka ne mutluluğumuz var. Yolun sonu yok ki. Yol hep yeniden başlıyor. Biten biziz. Bitmemek için savaştığımız kadar insanız. Ölüm, hemen bitiverenler içindir.”[47]
“Ben Kürt değilim ama Kürt halkımızın neler çektiğini çok iyi biliyorum. Rahat rahat ‘Ne mutlu Türküm diyene’ diyebilmek için Kürt halkının sorunlarını çözmek zorundayız.”
“Ne serüvenlerden geçecek bu dünya kim bilir? Pusuda ne acılar bekliyor daha mutluluk düşündeki insanları! “Herhâl ilerdedir yaşanacak günlerin en güzelleri.”
“Onlar gibi düşünmedin mi suçlu olacaksın. Hırsıza hırsız, katile katil demeyeceksin. Ya ortak olacaksın ya göz yumacaksın her yaptıklarına… Ölmek kötü değil ki bundan. Bu ne rezil dünya!”
“Vatan, millet derken bir bakarsınız eski hırsızlar yine yerlerini almışlar. Bir tür oyun. Tefeci bezirgan, finans kapital ortaklığının indi bindi oyunu.”
“Türkiye bu! Bütün güzel şeyler yeraltında!”
“Bir devrimci ölmeden, yani son sözünü söyleyip de kavgadan çekilmeden yargıya varılmaz. Gerçek devrimci midir, değil midir bir şey denemez. En son anda sapıtıp bütün geçmişini yıkanlar çok görülmüştür. Devrimcilikte emeklilik hakkı yoktur.”
“İnsana güvenmeden düşte bile yola çıkılmıyor!”
“Tek bir günün sırası gelsin diye yaşam boyu bekliyoruz.”
“Polis korkusu azalıverir meyhanelerde. Hemen her çağda iktidarlar, sarhoşlarla gizli bir anlaşma yapmış gibidirler. Konuşun, edin; meyhanede kalsın. Birazını da eve saklayın isterseniz. Ama sokağa, alanlara, işyerine, hele fabrikalara aslaa!”[48]
* * * * *
Edebiyatçı, öncü gazeteci ve siyasetçi Suat Derviş yarattığı “Fosforlu Cevriye” kadar tanınır; TKP’liliği hep hasır altı edilir…
‘Niçin Sovyetler Birliğinin Dostuyum?’ başlıklı incelemesi 1944’te yayımlanınca gazeteci kimliği ile hiçbir yerde iş bulamayan Suat Derviş, gerçek ismi olan “Hatice Saadet Baraner” yerine takma adla yazılar yazmaya başlar. Aynı yıl, TKP Genel Sekreteri Reşat Fuat Baraner’le evlendikten sonra 1944 TKP soruşturmasında eşiyle beraber tutuklanır. Baraner, 9 yıla mahkûm olurken Derviş sekiz ay hapis cezası alır.
Yargılama TKP’nin Ankara teşkilâtı kapsamındadır ama Suat Derviş yazıları kadar evliliğiyle de suçlanır. Tutanaklarda “Komünist propagandası yaptığından ötürü hakkında takibat açılmış olan, tanınmış ve iki defa mahkûm olmuş komünist adamla fikren anlaşarak evlenmiş bir yazı yazanın, herhangi bir eli kalem tutanla mukayese edilemeyeceği mahkemede kabul edilmektedir,” denir.
Tutuklandığında 8 aylık hamile olan Suat Derviş, sorguda bebeğini düşürür. 8 ay yatıp çıkar.
Suat Derviş, 23 Temmuz 1972’de gazetelerini ve ekmeğini getiren komşusu tarafından evinde ölü bulunur ve daha önce tedavi edildiği Kasımpaşa Deniz Hastanesi’ne kaldırılır. Şeker koması nedeniyle yaşama veda etmiştir. Ölümü kayıtlara 24 Temmuz olarak geçer.
Kimliği, kişiliği, geçmişi ne olursa olsun, baş eğmez, uslanmaz, asi mi asi bir kadınmış. Bir toplantıda “Reşat Fuat Baraner’in eşi” diye takdim edilirken takdim edenin sözünü keser ve “Ben yazar Suat Derviş’im, kimsenin karısı olarak yâd edilemem” der. Tam da günümüz gençliğinin temsilcisi bir kadın![49]
Sevgi Soysal da edebiyatımızın boyun eğdirilemeyen “isyankâr”larındandır.
Ve 12 Mart 1971 denilince Sevgi Soysal’ın başına gelenler ortadadır, adeta simge isimdir O. Yaşananlar aradan bin yıl geçse dahi bizlerin vicdanını kanatmaya devam edecektir.
Lakin satırları, yazdıkları hâlâ hafızalardadır.
* * * * *
Bir de mücadeleye ışık tutan yaşamıyla, yapıtlarıyla örnek aydın Server Tanilli.
1974’de ‘Uygarlık Tarihi’ başlıklı yapıtından ötürü “komünizm propagandası” yapmak “suçu”ndan DGM yargıçlarının önüne çıkıp; savunmasını Attilâ İlhan’ın şu dizeleriyle noktalar: “O sözler ki kalbimizin üstünde/ dolu bir tabanca gibi ölüp ölesiye taşırız/ O sözler ki, bir kere çıkmıştır ağzımızdan/ uğrunda asılırız…”
Onu DGM’de cezalandıramayanlar, kiralık katilleriyle, 7 Nisan 1978’de işinden evine giderken kurşunladılar; öldüremediler; lakin, ömrüne 33 yılını tekerlekli sandalyede geçirdi.
29 Kasım 2011’de ardında gülümseyen devrimci bir bilgenin saygınlığını bıraktı.
Yapıcı, yaratıcı, gerçek bir kültür sanat insanıydı Onat Kutlar. O da bir suikastın kurbanı oldu. Geride bıraktıklarıyla…
Ve “Önce ekmekler bozuldu” diyen Oktay Akbal…
O, insan, yalnızlık, aşk, geçmiş-gelecek, zaman, düşler yoğunluğunda biçimlenen bir edebiyatçı duyarlılığı ile düşünsel birikimiydi…
Sonra Asım Bezirci…[50]
Bir de “Benim garip bir huyum vardır. Dostlarım öldükten sonra da onlarla ilişkilerimi sürdürürüm. Anılarda değil, yaşamın tam içinde. Onlarla dilediğim zaman konuşurum. Onları dinlerim. Onlara seslenirim. Onlara güvenirim. Onları yardımıma çağırırım. Onların yardımına koşarım. Onlarla dalga geçerim. Onlar da benimle… Böylece ölüm denen laneti öldürmüş olurum. Böylece ölüm denen lanetten korkmam. Ölümsüz dostluklarımı böyle yarattım,”[51] vurgusuyla Ferit Edgü
23 Aralık 1938’de Diyarbakır’da, Hançepek Mahallesi’nde (Gâvur Mahallesi) doğan Diyarbakırlı yazar Heradanlı Sarkis’in oğlu Mıgırdiç Margosyan’ın yaşamı özelde Diyarbakır’ın, genelde Türkiye gayriresmi tarihinin bir dönemin panoraması gibiydi…
Sohbet havasında, içten, süslemesiz yalın bir dil kullandı eserlerinde. Yazdıklarındaki yaşanmışlık ve sahicilik okurunu da içine çeken bir sıcaklıkta oldu hep. Satır aralarında yer yer mizahla karışık ince ironileriyle eleştiri dozunu da eksik etmedi.
Kendi yaşamından kesitlerin yer aldığı eserlerinin bir ayna görevi gördüğünü söylerdi:
“Anlattıklarım tamamen benim yaşantımdır. Ama kendimden bahsederken, onların yaşamlarından kesitler aktarıyorum. Onlara ayna tutuyorum… Acıyı pansuman ederek, gülerek, satır aralarında vermeyi tercih ediyorum. Çünkü biliyorum ki hassasiyetle okuyan o duygusal insanlar satır aralarını benden daha iyi okuyacaklardır.”
Tam da bunu yaptı, dahası; henüz algılayamadığımız, farkında olmadığımız, düşünemediğimiz durum ve konumları gözümüze sokmadan usulca duyumsattı.[52]
* * * * *
Onların (ve türdeşlerinin tümü) Stefan Zweig’ın, “Belli bir hedefi olmayan her hayat bir hatadır,” saptamasının kanıtlarıydılar; yazıkları, yaşadıkları ve göğüsledikleri üzere; Melih Cevdet Anday’ın dizelerindeki gibi:
“Yaşamak güzel şey doğrusu
Üstelik hava da güzelse
Hele gücün kuvvetin yerindeyse
Elin ekmek tutmuşsa bir de
Hele tertemizse gönlün
Hele kar gibiyse alnın
Yani kendinden korkmuyorsan
Kimseden korkmuyorsan dünyada
Dostuna güveniyorsan
İyi günler bekliyorsan hele”…
13 Mayıs 2022, 11:07:03, İstanbul.
N O T L A R
[*] Kaldıraç Dergisi, No:251, Haziran 2022…
[1] Paulo Freire, Ezilenlerin Pedagojisi, çev: Erol Özbek-Dilek Hattatoğlu, Ayrıntı Yay., 1991.
[2] Jean Paul Sartre, Aydın Üzerine, çev:Aysel Bora, Can Yay., 1997.
[3] “Bir aydına uygun düşen yaşam tarzını burjuvanınkinden ayıran en kesin fark, ilkinin işle zevki birbirinin almaşığı saymamasıdır. Gerçekliğin payını vermek amacıyla öznenin önce kendisine sonra da başkalarına zulmetmek zorunda kalmayan her iş, en umutsuz uğraşma anlarında bile zevktir. Verdiği özgürlük, burjuva toplumunun sadece dinlenme saatleri için ayırdığı ve sırf böyle sınıflandırdığı için aynı anda geri de almış olduğu özgürlüğün aynısıdır. Buna karşılık, özgürlüğü tanımış olan herkes bu toplumun hoş gördüğü bütün eğlenceleri katlanılmaz bulacak ve burjuvanın ‘kültür’ diye iş dışı saatlere havale ettiği kendi işinin dışında hiçbir ikame zevke gönül indirmeyecektir. Çalışırken çalış, oynarken oyna-baskıcı öz-disiplinin ana kurallarından biri budur.” (Theodor W. Adorno, Minima Moralia, çev: Ahmet Doğukan-Orhan Koçak, Metis Yay., 2005, s.174.)
[4] Edward Said, Entelektüel Sürgün Marjinal Yabancı, çev: Tuncay Birkan, Ayrıntı Yay., 1995.
[5] Antonio Gramsci, Hapishane Defterleri, çev: Adnan Cemgil, Belge Yay., 2011.
[6] Aytuç Erkin, “FETÖ’nün ‘Solcuları’…”, Sözcü, 5 Eylül 2020, s.12.
[7] James Petras, “Latin Amerikalı Aydınların Dönüşümü”, 7 Nisan 2019… https://kentenstituleri.org/2019/04/07/latin-amerikali-aydinlarin-donusumu-james-petras/
[8] Tarık Şengül, “Savaş Koşullarında Entelektüellik Zor İş!”, Birgün, 17 Nisan 2021, s.2.
[9] Ozan Fırat, “Aydınlar Tavus Kuşu Olmaktan Çıkar mı?”, Atılım, Yıl:7, No:440, 21 Ağustos 2020, s.15.
[10] Franco Fortini, “Aydınların Angajmanı”, Yeni Yaşam, 6 Ağustos 2020, s.11.
[11] Yaşar Kemal, Ağacın Çürüğü, Yapı Kredi Yay., 2017.
[12] “Devlet, özgürlüksüzlüğün demokrasisi, eksiksiz yabancılaşmadır.” (Karl Marx, Hegel’in Hukuk Felsefesinin Eleştirisi, çev:Kenan Somer, Sol Yay., 1997, s.50.) “… ‘Devletin biçimsel tini’ni olumlamak ve bu edilgenlik, özgürlüksüzlük, bilinçsizlik vb. durumunu koruyup sürdürmek, bürokrasi için kesin bir buyruk oluşturuyor. Bürokrasi kendini devletin son ereği olarak görüyor. Devletin erekleri bürokrasinin erekleri ve bürokrasinin erekleri de devletin erekleri durumuna dönüşüyor. Bürokrasi, kimsenin içinden kaçamayacağı bir daire oluşturuyor. Bürokrasinin hiyerarşisi, bilginin hiyerarşisi durumuna geliyor. Tepe, ayrıntıyı bilme işini aşağı halkalara havale ediyor, aşağı halkalar geneli bilme işinde tepeye güveniyor ve böylece birbirlerini karşılıklı olarak aldatıyorlar.” (Karl Marx, Hegel’in Hukuk Felsefesinin Eleştirisi, çev:Kenan Somer, Sol Yay., 1997, s.71.)
[13] Paulo Freire, Ezilenlerin Pedagojisi, çev: Erol Özbek-Dilek Hattatoğlu, Ayrıntı Yay., 1991, s.72.
[14] yage, s.74.
[15] yage, s.25.
[16] yage, s.82.
[17] yage, s.87.
[18] yage, s.104.
[19] yage, s.53.
[20] yage, s.55.
[21] yage, s.181.
[22] yage, s.98.
[23] Orhan Kemal, Grev, Everest Yay., 2017
[24] Orhan Kemal, Eskici ve Oğulları, Everest Yay., 2012.
[25] Okan Toygar, “Orhan Kemal’in İstanbul Öykülerinden Bir Seçki”, Cumhuriyet Kitap, No:1670, 17 Şubat 2022, s.4.
[26] Işık Öğütçü, “… ‘Bereketli Topraklar Üzerinde’nin Yazı Yolculuğu…”, Cumhuriyet Kitap, No:1656, 11 Kasım 2021, s.4.
[27] Yaşar Kemal, aktaran: Zeynep Oral, “Söz Yaşar Kemal’in”, Cumhuriyet, 8 Mayıs 2022, s.11.
[28] Zeynep Oral, “Doğayı Konuşturan Usta”, Cumhuriyet, 5 Mayıs 2022, s.11.
[29] Öner Yağcı, “Yaşar Kemal… İnsanlığın Sevdalısı, Sözün Büyücüsü!”, Cumhuriyet Kitap, No:1671, 24 Şubat 2022, s.6-8.
[30] Yaşar Kemal, İnce Memed 1, Cem Yay., 1971.
[31] Sabahattin Ali, Markopaşa Yazıları ve Ötekiler, Yapı Kredi Yay., 2006.
[32] Sabahattin Ali, 1935 yılında, Yücel dergisinde kendisiyle edebiyat konusunda yapılan bir söyleşide eski-yeni konusuna değinirken bir soru üzerine şöyle söyler: “Eski edebiyat her içtimai hadise gibi, devrinin mahsulüdür. Kitleden uzak kaldığı için ölen o devirle beraber ölmüştür…” (Güven Kaya, “Markopaşa Yazıları ve Ötekiler”, Cumhuriyet Kitap, No:1639, 15 Temmuz 2021, s.3.)
[33] Ferhat Özen, “O, Edremit’in Sabahattin Ali’si, Türkiye’nin de Maksim Gorki’siydi”, İnsancıl Dergisi, Yıl:32, No:378, Ocak 2022, s.27-28.
[34] Hikmet Altınkaynak, “Yazarlar, Sabahattin Ali’yi Anlatıyor”, Cumhuriyet, 12 Ağustos 2021, s.13.
[35] Sabahattin Ali, Kuyucaklı Yusuf, Yapı Kredi Yay., 2011.
[36] Sabahattin Ali, İçimizdeki Şeytan, Varlık Yay., 1966.
[37] Sabahattin Ali, Kürk Mantolu Madonna, Varlık Yay., 1966.
[38] Sait Faik Abasıyanık, Sarnıç, Varlık Yay., 1955.
[39] Sait Faik Abasıyanık, Kumpanya, Yapı Kredi Yay., 2008.
[40] Sait Faik Abasıyanık, Bütün Eserleri-4: Havada Bulut, Bilgi Yayınevi, 1998.
[41] Sait Faik Abasıyanık, Bütün Eserleri-4: Mahalle Kahvesi, Bilgi Yayınevi, 1998.
[42] Yedi yıl cezaevinde kaldıktan sonra tahliye edilen Türkali, şiirden sinemaya geçti. Atilla Keskin’in aktardığına göre en sevdikleri ‘Karanlıkta Uyananlar’ ve ‘Otobüs Yolcuları’ idi.
[43] Mehmet Deste, “Sinema ve Edebiyat Dünyamızın Ustalarından: Vedat Türkali”, Güney Dergisi, No:96, Nisan Mayıs Haziran 2021, s.44-51.
[44] Doğuş Sarpkaya, ‘Halkların Yüreğine Kazınmış Bir Yazar: Vedat Türkali’, Birgün Pazar, Yıl:16, No:651, 1 Eylül 2019, s.14.
[45] Vedat Türkali, Güven, Gendaş Kültür Yay., 1999.
[46] “Vedat Türkali: Sanatın Devrimci Ruhu”, Yeni Yaşam, 29 Ağustos 2020, s.11.
[47] Vedat Türkali, Mavi Karanlık, Cem Yayınevi, 1984.
[48] Vedat Türkali, Bir Gün Tek Başına, Milliyet Yay., 1975.
[49] Saniye Yurdakul, “Suat Derviş: Özgür Bir Ruh, Yorgun Savaşçı”, Cumhuriyet Pazar, 25 Temmuz 2021, s.4.
[50] Ayşegül Tözeren, “Asım Bezirci’yi Biz de Unutmadık, Refika Hanım”, Yeni e, No:57, Temmuz 2021, s.9-11.
[51] Ferit Edgü, Orhan Duru: Ölmeden Önce – Öldükten Sonra, Raskol’un Baltası Yay., 2021.
[52] Hicri İzgören, “Biraz Daha Eksildik”, Yeni Yaşam, 7 Nisan 2022, s.10.