Üstüne çok konuşulan kısım ile başlayalım, 1949 yılında yürürlüğe giren ve halen teamül hukukunun bir parçası olan Dördüncü Cenevre Konvansiyonu’nun 49. Maddesi muharip kuvvetlerin işgali altındaki topraklarda toplu insan hareketini yasaklar.
“Sınırdışı edilme ya da zorla nüfus taşıma”, Uluslararası Ceza Mahkemesini kuran Roma Statüsünün 7. Maddesine göre insanlığa karşı bir suç olarak tanımlanmaktadır. Eski Yugoslavya için kurulan Uluslararası Mahkeme pek çok siyasi ve askeri yetkiliyi insanları bölgeden zorla sınır dışı ettiği için yargılamış ve bazı hallerde mahkûm etmiştir.
Bu durumda Kıbrıs’ta 1974’te Dördüncü Cenevre Konvansiyonu’nun 49. Maddesini çift yönlü olarak istirdat (irredentist) sürecinin ilerletilmesi için ihlal edilmiştir…
Kıbrıslı Rumların yerinden edilmesi konusu bu konuşmanın sınırları dışındadır ancak altını çizmek için vurgulamak isterim, bu bir etnik temizliktir ve savaş suçudur. Etnik temizlik bir bölgedeki tüm insanların öldürülmesi dar anlamıyla kullanılamayacağı son dönemdeki birçok dökümanda mevcuttur.
Kısaca hatırlatmak gerekirse, Birmingham Üniversitesinden Profesör Stefan Wolff, “Zorla nüfus transfer etme self determinasyon çatışmasını çözer mi?” isimli makalesinde Kıbrıs’taki 1974 Ağustos’undan hemen sonraki durumu şu şekilde tanımlamaktadır:
“1974 işgali, adanın etnik olarak homojen iki bölümden meydana geldiği bahanesi ile Kıbrıs’ın nüfusunun üçte birinin – ki bu yaklaşık 200,000 insan anlamına gelir – yer değiştirmesine sebebiyet vermiştir. Nüfus sayımları bunun göstergesidir: Adanın yüzde 78’i etnik olarak Helen ve bunların yüzde 99.5’u Kıbrıs Rum tarafında yaşamaktadır. Türk etnik toplum ise adanın yüzde 18’ini oluşturmaktadır ve yüzde 98.7’i Kıbrıs Türk kesiminde yaşamaktadır.”
Bu kısıtlı zaman içinde ikinci bir savaş suçu olan işgal edilen bölgeye işgalci ülkenin kendi nüfusunu taşıma konusunun üstünde duracağım…
1974 sonrasında, 75’ten başlayarak Anadolu’dan getirilen/gelen/gelmeye teşvik edilen/gelmek zorunda olan nüfusu nasıl konuşmak gerek? Neden tümü göçmen değildir? Elbette bazıları tanıma göre göçmen statüsündeler hatta bazıları için sığınmacı bile denebilir, özellikle TC devletinin Kürdistan’daki şiddetinden, saldırganlığından kaçanların, bazı Kürtlerin, bazı Alevilerin adaya gelişi aslında sığınmacı terimi içinde bile değerlendirilebilir ama TC devletinin nüfus mühendisliği burada önemli rol oynuyor çünkü kendi güvenlikleri nedeniyle Anadolu’dan kaçan bazı kişiler bile Kıbrıs’ın kuzeyinde Türkiye devletinin sınır bekçisine dönüşebildi…
Ama tüm bu süreçlere klasik tanımdaki kolonizasyon da diyemeyiz çünkü öyle olduğunda Türkiye’nin istirdat (irredentist) projesinin özü anlaşılmayabilir… Türkiye, Kıbrıs’ın tümünü toprağı saymaya devam ediyor, bu nedenle izlediği politikalar anlamı ile kendi toprakları üstünde koloni kurmuyor, istirdat (irredentist) sürecinde nüfus mühendisliği ile ana karaya adayı daha sıkı bağlama niyetinde, bu nedenle bu çerçevede de demografik değişimi anlamak önemli…
Elbette akademik yaklaşımlar açısından yerleşimci kolonyalizm Türkiye’nin uyguladığı politikalara en uygun düşenidir ama pratikteki Türkiye’nin siyasetini anlamak için yeterli değildir…
Örnek vermek gerekirse;
“İmroz Rumları; Gökçeada Üzerine” isimli kitapta farklı kesimlerin yazıları ile adada yaşananlar ele alınıyor.
Elif Babül’ün daha önce “New Perspective on Turkey” adlı dergide de İngilizcesi yayınlanan yazıdaki detay bize hiç yabancı değil;
“İmroz’un cumhuriyet dönemi tarihi, genel olarak bir Türkleştirme projesine işaret eder. Bu projenin en temel araçlarından biri Osmanlı’daki uygulamaları takiben hayata geçirilen yeniden yerleştirme politikaları oldu. 1946’da Karadeniz’den getirilen 10 hanenin devlet eliyle adaya yerleştirilmesinden başlayarak ada sistemli bir göç ettirme, yerleştirme, istimlak ve yeniden isimlendirme projesine maruz kaldı. 1973, 1984 ve 2000 yıllarında sırasıyla Trabzon, Isparta, Burdur ve Çanakkale’den köylerini heylan veya baraj yapımı sebebiyle kaybeden göçmenler getirildi adaya. (…) Bugün adadaki dokuz köyden dördü ve bir büyük mahalle, devletin Anadolu’dan gelenleri yerleştirmek için kurduğu iskân köyleri karşımıza çıkıyor.” (syf 235)
Yazar “adanın Türkleştirilmesi yolundaki devlet müdahalesi yalnızca iskân politikaları ile sınırlı değil” diyor. (syf 235)… “Çanakkale’deki (…) taburun yerleştirilmesi”, “Türkçe-Yunanca karma dilde eğitim yapan okullarda Yunancanın yasaklanması”, “tarım açık cezaevi yapılması”, “Devlet Üretme Çiftliği kurulması”, “1970 yılındaki bir kararnameyle İmroz’un adının Gökçeada olarak değiştirilmesi ve adadaki köylere Türkçe ad verilmesi” diye nelerin yapıldığı ile ilgili bilgiler veriyor…
Tüm bunların sonucundaki bilgi ise çarpıcı “1923’te 8500 Rum nüfusun yaşadığı adada 2000 yılına gelindiğinde Rumların Türklere oranı 200’e 8000 olarak değişmişti.” (syf 236)
Son alıntıyı ise şu çarpıcı paragraf ile yapalım;
“İmroz’da egemenlik haklarını elinde bulunduran Türk devleti, Rumların adaya sahip olmalarına değil, onu ancak yad etmelerine izin vermektedir. Ulus-devlet tahayyülü içerisinde İmroz, geri dönülecek bir yer olarak değil, yad edilecek bir yer olarak tanımlanmaktadır. Bu otoriter yeniden tanımlama, adanın Rum geçmişini geri döndürülemez bir tarih olarak kilitleyip vitrine kaldırmakta ve bundan sonra sadece yası tutulacak “nostalji” meselesi haline getirmektedir (…) Rum İmroz, siyasi değil kültürel bir mesele olarak müzeleşmiş, tavernaları ve Panayia eğlenceleriyle sadece yad edilebilen ve asla geri getirilemeyecek bir geçmişe hapsedilmiş tarihi kalıntı, nostaljik bir peri masalı haline getirilmiş olmaktadır.” (syf 254-255)
Peki, İmroz ile Kıbrıs’ın kuzeyi mukayese edilebilir mi?
Bakış açısına göre evet…
Ülkücü teorisyenlerden Nihal Atsız’ın 1971 yılında Ötüken Dergisi’nin 85. Sayısında yazdıklarını yeniden hatırlamakta yarar var. Atsız “Kaybedilmiş vilâyetimizi yeniden almak” diye yazıyor ve devamında;
“Kıbrıs asırlarca Türk ülkesi olarak kalmış, bize mal olmuş bir adadır. Hatay nasıl geri alındıysa Kıbrıs da geri alınacaktır. Bugünkü durumda Türk nüfusunun az olması tarihî hakkımızı asla elimizden alamaz. İsrail devleti kurulduğu zaman bugünkü İsrail topraklarındaki Yahudiler yüzde kaç tutuyordu? Bir millet millî inancı kuvvetli olduktan sonra haklarını geri almasını bilir ve o toprakları yine yüzde yüz kendi milletiyle doldurur”
Nihal Atsız’ın yaklaşımı temelsiz değildir. Fuat Dündar’ın ‘Modern Türkiye’nin Şifresi’ kitabı Osmanlı ve İttihat ve Terakki Cemiyeti İTC’nin nüfus politikalarını anlamanıza ciddi şekilde yardım etmekte. Fuat Dündar özellikle İTC’nin Anadolu’nun Türkleştirilmesi için yaptıklarını etnisite mühendisliği olarak tanımlıyor. “İttihatçıların sevk ve iskâna sadece Türkleştirme aracı olarak değil, bir savaş aracı, bir savaş stratejisi olarak başvurduğunu anlatması bakımından tercih” ettiğini belirtiyor. (syf 32)
Fuat Dündar ‘fethedilen toprakların kolonizasyonu’ dışa dönük bir nüfus hareketiydi diyor. Dündar “Osmanlı Beyliği, güttüğü nüfus ve kolonizasyon politikası gereği, her fetih sonrası, toprakların etnik-dinsel kompozisyonuna müdahale ediyordu” (Modern Türkiye’nin Şifresi, syf 41) diyerek yazmakta.
“Balkanlardaki her fetih ve kolonizasyon, sistemli bir sevk ve iskan politikası eşliğinde yürütülüyordu. Bunun için, Anadolu halkından bir miktar nüfus, sistemli bir şekilde fethedilen topraklara transfer ediliyordu” diye yazıyor. (age, syf 41-42)
Yrd. Doç. Dr. Semra Purkis ve Doç. Dr. Hatice Kurtuluş’un TÜBİTAK çatısı altında yaptığı “Kuzey Kıbrıs’a Türk Göçünün Niteliği ve Göçmenlerin Ekonomik Sosyo-Mekansal Bütünleşme Sorunları” başlıklı bir araştırma var. Bu araştırma daha sonra kitap olarak basıldı. Bulunduğumuz yerden İmroz ile bağlantısını kurmak için bazı alıntılar yapalım…
Tıpkı İmroz’da olduğu gibi Kıbrıs’ta da
“1975 Şubat’ında yapılan protokolden sonra, Türkiye’de toprakları baraj gölü altında kalmış ya da kalacağı için iskân kararı bulunan, heyelan bölgesi ilan edilmiş olan ve orman içinde kalmış olan köylerin bulunduğu 14 İlde valiler aracılığı ile Kıbrıs’a göçmen alınacağı duyuruları yapılmıştı. Bu bölgelerde bu konu ile görevlendirilmiş iskân memurları, muhtarlar, muhtarlar aracılığı ile köylülere, hangi koşullarda göç edeceklerine, nereye yerleşeceklerine, sahip olacakları sosyal haklara, kendilerine verilecek tarım arazisi ve evlere dair bilgiler vermiş ve göçü teşvik edici konuşmalar yapılmıştı.” (syf 60)
Sözlü tarih görüşmelerinde de bu durum açıkça dile getirilmektedir; “bize, o ara gelen heyetler dedi ki,
“Kıbrıs’ta çok para var, hükümet size yiyeceğinizi verecek, size yerine göre iş kuracak kadar para verecek”, nitekim verdiler de. Bir müddet verdiler.” (syf 62)
Osmanlı’da da durum çok farklı değil; “Anadolu Müslümanları bedava arazi, askerlikten ve vergiden muafiyet gibi teşviklerle fetih bölgelerine çekilmeye çalışılıyordu” (Modern Türkiye’nin Şifresi, syf 42)
Osmanlı, İttihat ve Terakki Cemiyeti, İmroz, Kıbrıs, nüfus hareketleri, aktarmalar, sürgünler; ne kadar çok benzer tarafları var, her biri arasında onlarca, yüzlerce yıl olmasına rağmen!
Yrd. Doç. Dr. Semra Purkis ve Doç. Dr. Hatice Kurtuluş’un araştırmasında Türkiye’den göçü 3 evreye ayırmaktadır. İlk göç dalgası ile tespit şu şekildedir:
“1975’in sonlarında başlayan bu göç dalgası 1980’lerin başlarında kadar sürmüştür. İlk dalga göçmenler Türkiye’nin belli yerlerinden, bütün bir köy ahalisi ya da köysel mahalle halinde otobüslerle alınarak Mersin Limanına götürülmüş oradan da gemilerle Gazi Mağusa Limanına taşınmışlardır. Gazi Mağusa’da kampa alınan göçmenler, buradan da belli bir yerleştirme planı çerçevesinde, Rumlardan boşalmış, yağmalanmış ve savaşın izlerini taşıyan pek çoğu harap durumdaki köylere yerleştirilmişlerdir.” (syf21)
“Türkiye’den Kuzey Kıbrıs’a ikinci göç dalgası, birinci dalga ile oluşan göç/göçmenlik ağlarının da etkili olduğu, ancak esas olarak Kıbrıs’taki maddi kazanç olanaklarının yönlendirdiği bir göç biçimi olarak (opportunity-led migration) 1980’lerin ortalarından itibaren yükselmeye başlamıştır. Tarımsal nitelikteki işgücü ihtiyacına yönelik birinci dalga, tarım arazisi ve ev teşviklerinin sona ermesiyle 1979 yılından itibaren düşüşe geçmiştir. Buna karşılık farklı nitelikte yeni bir göç dalgası 1980’lerin ortalarından itibaren yükselmeye başlamaktadır. Bu ikinci dalganın yükselişi 1999’a kadar sürdürmüştür. Bu yeni dalgayı, KKTC ile Türkiye arasındaki yeni anlaşmaları ve yasal düzenlemeler kadar, Kuzey Kıbrıs’ta bazı özel koşulların yarattığı maddi mesleki kazanç olanakları tetiklemiştir. Belli nitelikteki kazanç fırsatlarının yönlendirdiği bu ikinci dalganın içinde birinci dalgayla gelen kırsal nitelikli göçmen oranı düşmüş, ağırlığı becerili ve yarı-becerili emek (eğitim, turizm, tamir, hazır giyim, elektrik, tesisat, inşaat ve çeşitli teknik işlerde çalışabilecek beceri sahipler); küçük-orta ölçekli sermaye sahibi tüccarlar (ağırlıkla bavul ticareti, fason hazır giyim üretimi, turizm işletmeciliği yapanlar); 1980’lerin ortalarından itibaren Türkiye’de yükselen mafyanın Türkiye’deki yasadışı gelirleri aklamak için kurduğu şirketler ve operasyonlarda çalışanlarla (offshore bankacılık, kumarhane turizmi gibi) bu örgütlerin Türkiye’de belli suçlardan aranan elemanları; Kıbrıs’ta çalışma olanağı bulan asker kaçakları ile diğer suçlardan aranan adli kaçaklar; ve yeni açılan özel üniversitelerde okumaya gelen öğrenciler oluşturmaktadır.” (syf22)
1981 yılı sonrası Kıbrıs’ın kuzeyindeki politik ortam muhalefet yönündeydi. Araştırmada bu konuya yer verilmemesine rağmen ikinci dalgayı tetikleyen unsurlar aktarılırken bunu da okumak mümkündür:
“Diğer yandan Türkiye’den Kuzey Kıbrıs’a ikinci göç dalgasının yükselmesinde bu dönemde yapılan yasal düzenlemeler ve Türkiye ile KKTC arasında yapılan ikili anlaşmalar da önemli rol oynamıştır. Bunlar arasında, 1987 yılında KKTC ile Türkiye arasında imzalanan işgücü anlaşması (KKTC’nin Türkiye’den İş ve İşçi Bulma Kurumu aracılığı ile belli vasıflarda işgücü talebi); 1991’de imzalanan Türkiye Cumhuriyeti ile KKTC vatandaşlarının iki ülke arasındaki seyahatlerde pasaport yerine kimlik belgesi ile giriş-çıkış yapabilmelerine olanak sağlayan anlaşma ve KKTC’de, Kıbrıs Lirası yerine Türk Lirasının kullanılmasına dair yasal düzenleme bulunmaktadır. Bu ikili anlaşmalar ve yasal düzenlemeler iki ülke arasında nüfus hareketliliğini destekleyici etki yaparken, aynı zamanda da Kuzey Kıbrıs’a gelen göçmenlerin niteliği üzerinde de belirleyici olmuştur.” (syf24)
Bu dönemde gelen nüfusa hızlı vatandaşlık verilerek o dönemdeki seçim sonuçları üzerinde belirleyici olunmaya çalışılmıştı.
Üçüncü dalga ise tam anlamı ile ekonomik “iç göç”(!)tür:
“Türkiye’den Kuzey Kıbrıs’a göç dalgalarından üçüncüsü, 2000‟lerin başından itibaren hız kesen ikinci dalganın hemen ardından yükselmeye başlayan, büyüklük ve nitelik bakımından ilk iki dalgadan oldukça farklı, yeni bir dalgadır. Bu dalganın öncekilerden en önemli farklı, yalnızca Türkiye ile Kuzey Kıbrıs arasındaki bağlamlara bağımlı olarak oluşmuş bir işgücü hareketi olmayışı, aynı zamanda enformel emeğin küresel hareketliliğinin bütün özelliklerini taşıyan bir işgücü hareketi olmasıdır. 1990’lardan itibaren, Türkiye’de, iç göçlerde yeni bir evre olarak Güney ve Güneydoğu illerinden, metropoliten alanlara yoğun nüfus hareketleri yaşanmaktadır. Bu nüfus hareketi, becerisiz ucuz işgücü niteliği ile belli kentlerde yoğunlaşmaktadır. Bu kentler arasında yer alan Adana, Mersin ve Antalya’nın yeni yoksulluk alanlarında biriken bu emeğin bir kısmı, daha önce kurulmuş göçmenlik ağları üzerinden Kuzey Kıbrıs’a kaymaktadır. Diğer yandan bu yeni göçlerin kaynağı olan Güneydoğuda açığa çıkan emeğin bir kısmı ise doğrudan Kuzey Kıbrıs’a yönelmektedir. Bu doğrudan harekette Güneydoğu ile Kıbrıs arasında önceden kurulmuş göçmenlik ağlarının yanında, özellikle Kuzey Kıbrıs’taki inşaat ve tarım sektörüne vasıfsız emek sağlayan taşeronlar etkili olmaktadır.” (syf23)
Kalan kısımda 1975 yılına odaklanmak isterim, çünkü nüfus taşımanın tüm izleri orda çok net görünmektedir:
“1975-1976 yıllarında Tarım İşgücü Protokolü’ne dayanarak Türkiye’den Kuzey Kıbrıs’a getirilen ve devlet güvencesinde yerleştirilenler ve 1975-1979 yılları arasında bireysel olarak göçmen olmak üzere başvuranlarla birlikte Kuzey Kıbrıs’a yerleştirilen birinci dalga göçmen sayısı 82.500 kişidir. Bu nüfusun % 20-25’i bir yıl içinde geri dönmüştür.” (Syf 60)
Elbette gene Kıbrıslı Türklerin söyledikleri değil, Türkiye’nin uygun gördüğü sayıda insan getirilmiştir, bunu gene araştırmada okuyabilmekteyiz
“KTFD’nin Türkiye’den tarım işgücü adı altında acil olarak talep ettiği ilk 30 bin kişi yukarıda anlatılan süreçte, Türkiye’de iskan müdürlüklerinin yoğun çalışmasıyla sağlanmış” (syf 65)
Yukarda anlatılanlar birlikte okunduğunda 1980’e kadar Kıbrıslı Türklerin 30 bin kişiye ihtiyaç var demesine rağmen 82,500 kişi gelmiş, yaklaşık 60-65 bin kişisi ise adada kalmış oluyor…
Hala bunun nüfus taşıması olmayacağına dair şüpheniz varsa, bu konuyu idare eden İsmet Kotak’ın açıklamaları sizleri aydınlatabilir:
“Gazi Mağusa’ya (gemilerle) gece getirirdik göçmenleri onu da söyleyeyim. Gece gelirdi gemiler, çünkü Barış Gücü surlar üzerinde nöbet tutuyordu. Dolayısıyla, onlar resim çekmesin diye – o zaman gece görüşü diye bir şey yoktu biliyorsunuz- biz bunları gündüz değil, geceleyin getirirdik. İki feribot aynı anda dayanıyor limana. Biz otobüslerimizi hazırlıyorduk ve yıldırım süratiyle bunları alıyoruz ve bilinmeyen istikamete hareket ediyorlar tabii… Şimdiki Doğu Akdeniz Üniversitesinin Rektörlük binası, eski bir Rum okuluydu, Biz orayı yurda çevirdik. (…) Gelenleri limanda karşılıyoruz, evvela geminin içinde bir “hoş geldin, burayı vatan yapmak sizin göreviniz” şeklindeki konuşmalar ve sonrada muhtarın başkanlığında otobüslere bölüyoruz kendilerini.” (syf 73)
Tam burada son alıntıyı “Zorla Yerleştirmeden Yerinden Etmeye” kitabının yazarı Sema Erder’den yapalım;
“Geleneksel iskân kurumunun “şenlendirme”sinin en son uygulaması 1974’te Kıbrıs’a düzenlenen askeri harekat sonrasında yaşanmıştır. (…) konumuz açısından en ilgi çekici olanı Rumlardan boşalan mülklere, tarım topraklarında üretimin sürdürülmesi ve sınır güvenliğinin sağlanması için “güvenli” nüfusun yerleştirilmesi projesidir. (…) Bu uygulamanın Osmanlı’nın savaş sonrası işgal edilen topraklarda yüzyıllardır sürdürmüş olduğu “şenlendirme” uygulamasının benzeri olduğu açıktır.” (syf 222-223)
Tüm bu aktarılanlar Türkiye’nin Kıbrıs’ın kuzeyine nüfus aktardığını, taşıdığını, taşınmasını teşvik ettiğini göstermektedir.
Son söz
Türkiye’nin işgalinin 50. Yılında Türkiye’den gelen ilk göç dalgasının üstünden 49 yıl sonra maalesef hala konuyu tüm yönleri ile tartışamıyoruz, odadaki fili herkes kendi ideolojik yaklaşımı ile tuttuğu bir yerden tanımlamaya çalışıyor… Bu 50 yılda demografik yapı hem değişmiştir hem de mevcut nüfus dahil tüm kesimler asimilasyon politikaları nedeniyle kültürel değişimlere de uğranmıştır.
Tüm bu nedenle zaman Kıbrıslıların lehine ilerlemiyor, Kıbrıs sorunun çözümü birçok faklı nedenden ama özellikle demografik yapının bugün itibariyle de değişmeye devam etmesinden de dolayı çözmek zorundayız, diğer türlü faşist yazar Nihal Atsız’ın dediği gibi kaybedilmiş vilâyetinlerinin bir kısmını ebedi bir şekilde yeniden geri almış olacaklar…