“Şiir, ölüm ve yaşam dolayısıyla
şimdi ve daima açıktır.”[1]
Edward Morgan Forster, “Bize kendimizi doğru biçimde küçük hissettirebilmek yalnızca sanatın işlevidir,” derken; altını ısrarla çizerek ekler Simone de Beauvoir:
“Sanatçının ifade edeceği bir dünya olması için, o, öncelikle bu dünyada yer almalıdır; baskıcı ya da baskı altında, yılgın ya da isyankâr, insanlar arasında bir insan.”
O insanlar arasında insanlardan birisi de şair(ler)ken; şiirlerine dair ‘Karagün Dostu’nda şöyle der Hasan Hüseyin Korkmazgil:
“biliyorum/ matarada su/ torbada ekmek/ ve kemerde kurşun değil şiir/ ama yine de/ matarasında suyu/ torbasında ekmeği/ ve kemerinde kurşunu kalmamışları/ ayakta tutabilir.”
Hasan Hüseyin coşkusu, dizeleri kucaklayan öfkesi, emeğin en yüce değer olduğuna dair inancı, insana, kurda kuşa, börtü böceğe olan derin sevgisi, geleceğe dair umudu, sevgilinin öpüşüne, sıcaklığına duyduğu tutku, vd’leriyle[2] “Şiir bu değil midir?” dedirtir!
* * * * *
Evet, şiir (elbette şairleriyle) bizi ayakta tutar.
Gerçekle hayali birleştirirken; allak bullak eder.
Uyuyanı uyandıran şiir, asla tükenmez.
Ayrıksı diliyle hayata tanık ve taraf olan şiir, yaşadığımızın, nefes alıp verdiğimizin kanıtıdır.
O, bir felsefedir; insanı uçurumun kenarına sürükleyen bir yanı vardır; yüreğin haykırışıdır; zekânın rüyasıdır; zifiri karanlıkta parlayan ışıktır.
Cemal Süreya’nın, “Şiir, anayasaya aykırıdır; doğanın ahlâkı kovduğu yerdedir; yasadışıdır,” notunu düştüğü gerçeğiyle şiir sessizliğin çığlığıdır; bir kapının açılıp kapanmasıdır; insan(lık)ın kendi keşfettiği, itirazın dildir.
O, nefes alıp, yanan kelimelerdir; sesle anlamın buluşmasıdır; harika ve mütevazidir; yaşam(ın) eleştirisidir; zorluklar karşısındaki mükemmel fiil(ler)dir.
Şiir ya içinde ateş gibi yaşayan bir şeydir ya da başka bir şey değildir; bir eylemidir; hayat veren güçtür; kalp atışı(mız)dır; meydan okuyan ifadedir.
Orhan Veli Kanık’a, “Aşık olduğum zamanlarda,/ Şiir yazmak adetim değildir,” dedirtirken; kavganın, bir mücadelenin çiçek açan dilidir.
Hayal gücünüzü entelektüel olarak ele geçiren şairin şiiri, onun kişiliğidir; bütün hayatıdır; duyguların düşüncelerle; düşüncenin kelimelerle buluştuğu momenttir.
Şiir, duyguların mucizesidir; unutulmayandır; ölümden bir şeyler kurtarmaktır.
Bütünü keşfedip, parçalanmış/ kırılmışı toparlayan şiir vazgeçilmezdir.
Şiir bilinci duygularla genişletmektir; az kelimeyle çok şey söylemektir.
Çünkü o, dünya ile aramızdaki ilişkidir; düşünmek ve hissetmektir; rüya, vizyon ve yaşam(ımız)ın mimarisidir; gökyüzünün sonsuzluğudur.
* * * * *
Kim neyi, nasıl tarif ederse etsin şiir nihai kertede (bizim) şiir(imiz) ezilenlerin itirazı ve ütopyasıdır; Attila Jozsef’in dizelerindeki üzere:
“Babalarımız köle gibi çalıştılar/ Bir lokma ekmeğin peşinde/ dertleri, dirençleriyle,/ ilgilenmedi onlarla tanrı bile./
Her şeye rağmen büyüdük işte/ neşeyle yaşamanın ne olduğunu bilmeden/ artık inançla, yüreklilikle,/ Yazgımızı değiştirmek istiyoruz.// başlıyor artık yürüyüş hey!/ Çökecek bu dünya, ayaklarımızın altında.”
* * * * *
“İnsan, köleliğin köleliğini ve şerefsizliğini,/ hürriyet ve onur mücadelelerini/ acımasızca izlemekte özgür değildir,” iradesiyle Özgür Küba için İspanyol sömürgeciliğine karşı elinde silahı, dilinde “Ben aydınlık ve özgürlük delisiyim// Yüzüm doğan güneşe dönük öleceğim,” dizeleriyle düşen José Martí’nin şiirleri de büyük özlemlerin, idealin gür sesiydi:
“Adil olmayan yasalara boyun eğen,/ kendi vatanının ezilmesine ve/ kötü muameleye maruz kalmasına/ göz yuman bir kişi,/ asla şerefli biri olamaz.”
* * * * *
1836’da bir düelloda aldığı yara sonucunda ölmesi üzerine Puşkin için kaleme aldığı ‘Şairin Ölümü’ başlıklı şiiriyle ünlenen Mihail Yuryeviç Lermontov, Puşkin’in ölümünü tezgâhlayan saray ile çevresini, ilk dizelerdeki “kurşun” sözcüğünü çağrıştıran sertlikteki dizelerle suçlayıp, yargılar: “Şair öldü, kuluydu namusun/ Düştü, karalanmış, söylentilerle/ Düştü intikam özlemiyle, göğsünde bir kurşun/ Eğerek gururlu başını yere.”[3]
Şiirin onurunu, ısrarını bir kez daha hatırlatır hepimize “Hançer”in ışıltısında Lermontov.
* * * * *
Gerçeküstücülüğün öncülerinden ve “gerçeküstü/ sürréalisme” sözünün mucidi Guillaume Apollinaire’in “Akar Seine Irmağı Mirebeau Köprüsü’nün altından/ Ve aşklarımız/ Anımsamak neye yarar sevincin geldiğini hep/ Acının ardından” dizeleri, aşkın -onunla birlikte de zamanın ve bütün yaşamın- geçiciliğinin simgesi olurken; şiirin akıp gidenin, hareketin ifadesi olduğunu da hatırlatıyordu.
* * * * *
Hakkında “Servetini harcar gibi harcadı ömrünü”, “İç dünyası karmaşıktı,”[4] denilen şair bir şiirinde kendine şöyle sesleniyordu: “Yara ben’im, bıçak ben’im/ Hem tokat, hem tokat yiyen/ Çarmıh da ben, İsa da ben/ Hem cellâdım hem kurbanım.”
“Anarşist” özellikleriyle “İhtişamın ve sefaletin şairi Baudelaire, hayatı boyunca çok acı çekti. Bu acılar onu kendisinden sonra gelenler tarafından sevilen ve hayranlık duyulan bir şair yaptı.”[5]
Onun ‘Kötülük Çiçekleri’ndeki dizeleri kaldı geriye; tüm uyarıcılığı ile…
* * * * *
Ömrü kendi gerçeğini aramakla geçen Arthur Rimbaud 23 yaşında dünyayı gezerek hayatın tüm sınavlarından geçer: Hapiste yatar, aç kalır, çalışmadığı iş kalmaz…
Ele avuca sığmayan genç asi şairin kişiliğine dair Stefan Zweig, “Rimbaud’nun uzuvları, bütün sıkıntı ve yoksulluklara karşı bir işçinin gücüyle bilenmiştir… Zamanımız açısından Rimbaud, bir bireysel özgürlük kahramanı, içgüdüler evreninin bir serüvencisidir,”[6] der ve ekler:
“Rimbaud’nun şiirleri acımasızdır ve sinirleri zayıf olanlara uygun düşmez; bu şiirlerin kimilerinden yoksulluğun, kirli giysilerin, terli pabuçların, tuvaletlerin kokuları yükselir; bu şiirler, en gerçekçi gerçekçilikten ve dizgin tanımayan imgelemden oluşma, dâhiyane bir yumaktır. Eşsizdir. Rimbaud, sanki dünyanın ilk şairiymiş gibi, sanki kendisinden önce gelmiş binlercenin oluşturdukları estetik, iskambil kâğıtlarından yapılma bir bina örneği çökmüş gibi şiir yazmaya başlar.”[7]
Özetin özeti: Arthur Rimbaud yaşamıyla şiir dünyasının kütüphanesine bir serüvencisi olarak kaydedilmiştir.
* * * * *
Ve “Bu dünyada her daim/ hiçbir şeyi olmayanların/ yanında olacağım,” diye haykıran Federico García Lorca…
“Ay kocaman at kara/ Torbamda zeytin kara/ Bilirim de yolları/ Varamam Kordoba’ya,” dizelerindeki üzere yollara düşen, Franco faşizmince katledilen ozan…
Ondan geriye “Bir şey insanın yüreğine/ yerleşince kimse onu/ yerinden sökemez!”
“Kansız kalıp ölmek,/ kanı kuruyarak/ yaşamaktan iyidir.”
“Çünkü, baştan sona sefalet ve/ haksızlıklarla dolu bir dünyada/ her sabah uyanır uyanmaz yapılacak iş/ çığlık atmak olmalı: Karşı çıkıyorum!/ Karşı çıkıyorum! Karşı çıkıyorum!” dizelerindeki vazgeçmeyen ısrarlı tutkular kaldı.
* * * * *
Sonra “Halkım gibi yaralıyım ben de./ Yüreğim yaralı./ Kanıyor ciğerim./ O yüzden adım/ ciğeri yaralı,” diyen Kürt ulusunun şairi Cegerxwîn.
Ağrı İsyanı’nda büyük role sahip Xoybûn örgütünde yer alıp, 1948’de Suriye Komünist Partisi’ne üyeliğine ve 1957’de ‘Cizîrê İçin Barış Komitesi’ başkanlığından -Suriye Komünist Partisi’nden ayrılarak- Suriye Kürdistan Demokrat Partisi’ne katıldığı, 1963’de siyasi faaliyetlerinden ötürü Şam’da tutuklanıp, serbest bırakıldıktan sonra Irak Federe Kürdistan, Lübnan ve İsveç’in Stockholm’deki sürgünlüğe uzanan bir mücadele ve bu tarihe tanıklık eden dizeler…
* * * * *
“Düşmanlarım beni aşk şairi olarak anacaklar,” demişti Attilâ İlhan, namı diğer ‘Kaptan’.
Gerçekçilik akımında “gerçekçi” bir tutumla var oldu; gerçekçiliği ustaca işleyerek: “Bir yangın ormanından püskürmüş genç fidanlardı/ Güneşten ışık yontarlardı sert adamlardı/ Hoyrattı gülüşleri aydınlığı çalkalardı/ Gittiler akşam olmadan ortalık karardı,” dizelerindeki üzere…
* * * * *
“Tek suçunuz/ hür insanlar gibi konuşmak,/ kitaplar suç ortağınız!” deyip eklerdi Rıfat Ilgaz:
“Çağına yakışır yaşamayı/ Sevmeyi, düşünmeyi, çalışmayı/ Kısıtlayan tüm yasaklar/ Yasalardan değil yalnız,/ Sözlüklerden bile atılmalı.”
“Kolay değil, yaşamak!/ Saati geldi mi, can yoldaşım/ Canını dişine takıp/ Soluk almak için bile direneceksin!”
* * * * *
“Bunca acının çiçeği içimde büyüdü/ Maphushane saksılarındaki baharı benden sor…/
Kulak ver gecenin sessizliğinde ağan sese,/ Ölümcünün böldüğü uykuları benden sor./
Silahlar doğanın yüreğini arıyor durmadan,/ Bu kan kokusunun ürettiği soruları benden sor…/
Gördük ki, türkülerin sonu yok dilimizde,/ Kopup geldikleri dağları benden sor,” dizeleriyle müsemma Şükran Kurdakul şairliğinin yanında çok önemli bir edebiyat tarihçisi ve bir yazar örgütleyicisi, eylemcisiydi.
Yaşamını, estetik faaliyetini toplumsal sorumluluklarına sırt dönmeden, zorunlu eylem ahlâkından koparmadan biçimlendirdi.
* * * * *
“Ben tek tek şiirleri yazarken de, bunların yan yana getirilmesiyle oluşturulmuş kitapları tasarlarken de onları görmeye çalışırım,”[8] diyen Kemal Özer içselleştirmeden yazmayan; şiir soluyan bir şairdi; düşüncesiyle estetizmi örtüştürmüş olması şiirinin en belirgin özelliğiydi…
* * * * *
“Seninle gelir, seninle gider gördüğün,/ sen kendinsin arkasından koştuğun,” vurgusuyla eklerdi Melih Cevdet Anday, anlatmak istediklerini:
“Ah günüm yetse görmeye seni/ Seni övmeye gücüm yetse/ Barış çağı altın çağ/ Son ozanı ben olayım bu özlemin/ Bu özlem bitse/ O gün gelsin neşemiz tazelensin de gör/ Dünyayı hele sen bir barış olsun da gör.”
* * * * *
“Şiirin yüceliği, çok denenip varılamamasından değil, birkaç şairin varmış olmasındandır,” saptamasının altını çizip, “Ölenleri unutma ama,/ yaşayanın var ise,/ onu sev./ Sev ama,” der ve eklerdi Özdemir Asaf da:
“Ben çiçeklileri renklileri/ delileri severim,/ bir de delilikleri.”
“Yaşamak için/ bırakılmış bir yön baktım, yoktu/ Ben direnmek için/ elimden gelin yaptım.”
“Bunca boş konuşan/ insanın arasında dilsiz olmak/ engel değil, devrimdir.”
* * * * *
“Küllerine sarıldığımız şair”di[9] ve “Kar var yaşadığımız günlerde./ Umutsuzluk çevremizi kuşattı,/ Kıtlık kıran gündemde./ Yine de ele güne karşı,/ Özenle saklıyorum yüreğimde/ Sana duyduğum aşkı/ Dört yanım kar içinde,” derdi hepimizin kulağına fısıldarcasına; O Metin Altıok’tu…
* * * * *
“Şiir ki, seviden tan yerine, çocukluktan boz oraklı ölüme, seherdeki gül çiyinden gecedeki yıldız ağmasına değin her şeye tanıktır sözcüklerle, sözcüklerin aydınlık gözleriyle, tarihe de düzene de, devrime de tanıklık eder, nice acıları kendinde deneyerek, nice değişimlerin ırmağında bir söğüt dalı gibi kayarak tanıklık, öncülük ve sözcülük eder: Direnmenin, kavganın, savaşın sözlüğü olur,” derdi Ceyhun Atuf Kansu.
Anadolu’nun, yoksulluğun sözcüsüydü, şairdi.
Dizelerinde özümseyip, sindirdiği halk kültürünün “Ninni”den beslenen, “masal”la uzanan gerçeğini dizelerinde renkliliğiyle işliyordu…
Toplumcu şiire yönelmesinin sırrını da şöyle açıklıyordu: “Zamanla dünya insanlarının, dünya halklarının da kendi ülkemizin insanları gibi, aynı sorunlarla, aynı dertlerle karşı karşıya olduklarını okudum. Bunların arasında bağlantılar bulmaya çalıştım. Bu ülkeleri tanırken, bu ülkelerin halklarına da ilgi duydum. Brezilya’ya, Bolivya’ya, Vietnam’a, böylece şiirimde kendi halkım için söylediklerimi, bize benzeyen başka az gelişmiş ülkelerin halkları için de duydum.”[10]
* * * * *
Ahmet Telli, tecridin soğuk karanlığında, “Zamanı yiyip bitirdi karanlık/ gece yoktu/ güneş çoktan kömürleşmiş ve yeryüzü yapışkan bir karanlıkla örtülmüştü/ sesim yoktu/ karanlığın karnında yitirdim sesimi/ kör bir kuyuda unutulan Yusuf’tum belki” dizelerini kaleme alandır.
Onun şiiri, topluma, yaşama, insan(lık)a, adaletsizliğe, eşitsizliğe nasıl karşı durulması gerekliliğini, vicdani hesaplaşmayı anlatır:
“Dudaklarımı kanatırcasına ısırıyorum günlerdir/ Bir gök gürlese bari diyorum bir sağanak patlasa/ Bitse bu kirli ve yapışkan sessizlik, hiç gitmesem/ Oysa ne kadar sakin sokaklar, bu kent ve bütün yeryüzü/ İpince bir su gibi sızıyorum gecenin tenha göğüne/ sessizce çekip gidiyorum şimdi, sessiz ve kimliksiz/ Belki yine gelirim, sesime ses veren olursa bir gün.”
“Aşkı ve çılgınlıkları nasıl da unutmuşuz/ Oysa sevmeyi, gülümsemeyi bilmiyorsa insan/ Öfkelenemez bile artık ve kent öfkesiz/ İnsanlara yenilmemiştir hiçbir zaman.”
* * * * *
“Son söz” de Arkadaş Z. Özger’den olsun:
“Alnında dağ ateşi ısıtan dostum/ Yüzünü kanla yıkayan dostum/ Senin uyurken dudağında gülümseyen bordo gül/ Benim yüreğimi harmanlayan isyan olsun/ Şimdi dingin gövdende uğultuyla büyüyen sessizlik/ Ellerimde patlamaya sabırsız mavzer olsun.”
10 Haziran 2022 19:28:41, İstanbul.
N O T L A R
[*] Kaldıraç, No: 252, Temmuz 2022…
[1] Ece Ayhan.
[2] Azime Korkmazgil, Öykünün Başlangıcı: Türküleri Yakanlar 1 – Hasan Hüseyin’in Yaşamöyküsü, Kırmızı Yay., 2021.
[3] Mihail Yuryeviç Lermontov, Hançer, çev: Ataol Behramoğlu, Adam Yay., 1983.
[4] Bedriye Korkankorkmaz, “Baudelaire; Acıların ve Şiirin Tanrısı!”, Cumhuriyet Kitap, No:1647, 9 Eylül 2021, s.4.
[5] Zeynel Kıran, “İhtişamın ve Sefaletin Şairi Baudelaire, 200 Yaşında!”, Cumhuriyet Kitap, No:1625, 8 Nisan 2021, s.4.
[6] Stefan Zweig, Yarının Tarihi, çev: Ahmet Cemal, Can Yay., 1991, s.102-103.
[7] Stefan Zweig, Yarının Tarihi, çev: Ahmet Cemal, Can Yay., 1991, s.104.
[8] Tacim Çiçek, “Kemal Özer: Sessiz Bir Şiir Irmağı”, Birgün Kitap, Yıl:18, No:233, 18 Haziran- 15 Temmuz 2021, s.22.
[9] Özge Sönmez, “Küllerine Sarıldığımız Şair: Metin Altıok”, Yeni e, No:57, Temmuz 2021, s.4-6.
[10] Eren Aysan, “Bir Katliam… Bir Şair Yüreği…”, Birgün, 18 Mart 2021, s.15.