‘Arzunun Yüzeyleri’, arzuyu tanımlamaya çalışan bir sergi olmaktan çok, onun nasıl işlediğini, nerelere tutunduğunu ve hangi temas noktalarında görünür hâle geldiğini araştıran bir düşünme ve deneyim alanı açıyor. Serginin çıkış noktası, arzunun sonradan edinilmiş bir istek değil, insanın dünyaya ‘fırlatıldığı’ andan itibaren taşıdığı en temel varoluşsal dürtülerden biri olduğu fikrine dayanıyor. Bu yaklaşım, Martin Heidegger’in insan varoluşunu tanımlarken kullandığı Geworfenheit (fırlatılmışlık) kavramıyla güçlü bir bağ kuruyor. Arzuyu, seçilmemiş bir varoluşun içinde şekillenen, bedensel ve mekânsal bir hâl olarak ele alıyor.
Sergi, arzunun sabit bir anlam ya da tekil bir temsil üzerinden kavranamayacağı fikrini merkezine alıyor. Jacques Derrida’nın anlamın sürekli ertelendiğine ve bağlama göre yeniden kurulduğuna işaret eden yaklaşımı, burada arzunun da tıpkı anlam gibi çoğul, kaygan ve değişken bir yapıya sahip olduğunu düşündürüyor. Bu nedenle ‘Arzunun Yüzeyleri’, arzuyu net bir tanıma sıkıştırmak yerine, beden, malzeme, mekân ve izleyici arasındaki ilişkilerde nasıl yeniden üretildiğine odaklanıyor.
Bu kavramsal zeminin en belirgin referanslarından biri ise Gilles Deleuze ve Félix Guattari’nin arzuyu bir eksiklik değil, üretken ve bağ kurucu bir güç olarak ele alan düşüncesi. Sergideki işler, arzuyu temsil eden imgeler sunmaktan çok, onun hareket hâlini, dolaşımını ve temas ettiği yüzeylerde bıraktığı izleri araştırıyor. Yüzey kavramı burada yalnızca fiziksel bir sınır değil, bedenle mekân arasındaki ilk karşılaşma noktası olarak öne çıkıyor.
Mimarlık pratiğinden beslenen bu üretimler, izleyiciyi yalnızca bakmaya değil, dolaşmaya, hissetmeye ve bedensel bir farkındalık geliştirmeye davet ediyor. İşlevden çok deneyime, çözümden çok sezgiye alan açan sergi, mimarlık ile sanat arasındaki geçirgen sınırda konumlanarak arzunun hem kişisel hem de mekânsal bir deneyim olarak nasıl şekillendiğini görünür kılıyor.

Beni derinden etkileyen bu serginin küratörleri Ürün Ekenoğlu ve Şelay Aktolga Aykılıç ile görüştüm, serginin ortaya çıkma sürecini ve üretim aşamalarını kendilerinden dinledim:
Röportaj: Derya Ulubatlı
1. “Arzunun Yüzeyleri” başlığı sizin için ne ifade ediyor? Kavramsal çerçeveyi oluştururken hangi referanslardan veya çağrışımlardan beslendiniz?
Aslında her şey “arzu” kelimesiyle başladı; daha doğrusu arzulamak fiiliyle. Arzu, bizim için sonradan öğrenilmiş bir istekten çok, varoluşa fırlatıldığımız andan itibaren içimizde taşıdığımız en ham dürtü. Bu düşünce, Martin Heidegger’in “fırlatılmışlık” kavramıyla ilişki kuruyor: İnsanın kendi seçmediği bir varoluşun içine düşmesi ve bu dünyanın içinde şekillenmesi.
Bu noktadan baktığımızda, arzunun hakkında konuşulan bir kavramdan çok hissedilen bir hâl olduğunu fark ettik. Nerede başladığını, nasıl şekillendiğini kurcaladığımız; bedenin mekânla, yüzeyle ve objeyle kurduğu ilişkide ortaya çıkan bir deneyim.
Kavramsal çerçevede Derrida’nın anlamın hiçbir zaman sabitlenmediğine dair yaklaşımı bizim için önemliydi. Anlam gibi arzu da tek bir tanıma sığmıyor; her bağlamda, her bedende ve her mekânda yeniden kuruluyor. Bu da bizi arzuyu net bir şekilde tanımlamaktan çok, farklı katmanlarda nasıl deneyimlendiğine odaklanmamıza yöneltti.
Deleuze ve Guattari’nin arzuyu bir eksiklik değil, üretken bir güç olarak ele alması ise serginin temel hareket noktalarından biri oldu. Arzuyu tamamlanması gereken bir boşluk olarak değil, sürekli yeni bağlantılar kuran ve üretim başlatan bir enerji olarak düşündük. Bu nedenle sergideki işler arzuyu temsil etmeye çalışmıyor; onun nasıl çalıştığını, nereye bağlandığını ve hangi yüzeylerde iz bıraktığını araştırıyor.
“Arzunun Yüzeyleri” başlığı da tam bu ihtiyaçtan doğdu. Arzuyu soyut bir kavram olarak bırakmak istemedik; onu bir sergi hâline, yani mekânda karşılaşılan, dolaşılan ve temas edilen somut bir şeye dönüştürmek istedik. Yüzey, bedenle mekân arasındaki ilk temas noktası olarak, arzunun bağlandığı ve görünür hâle geldiği yer oldu. Sergideki her üretim de bu sorulara kendi diliyle temas eden bir yüzey önerisi olarak şekillendi.
2. Her bir çalışma arzuyu bambaşka bir noktadan ele alıyor. Arzuya dair kişisel yorumlarınız üretim sürecinizi nasıl etkiledi?
Aslında baştan beri şunu kabul ettik: Arzu herkes için aynı yerden başlamıyor ve aynı şekilde şekillenmiyor. Hepimizin bedeniyle, mekânla, geçmiş deneyimleriyle ve mimarlık pratiğiyle kurduğu ilişki farklı. Bu yüzden üretim sürecinde ortak bir tanımda buluşmaya çalışmadık; tam tersine, bu farklılıkları sürecin kendisi hâline getirdik.
Kişisel olarak arzuya dair sezgilerimiz, hangi malzemeye yöneldiğimizi, hangi ölçekle çalıştığımızı ve bedenle nasıl bir ilişki kurmak istediğimizi doğrudan etkiledi. Kimi işlerde arzu daha bastırılmış, mesafeli ya da gerilimli bir hâl alırken; kimilerinde daha açık, davetkâr ya da akışkan bir formda ortaya çıktı. Bu çeşitlilik, arzunun ne kadar çoğul ve değişken bir deneyim olduğunu görünür kıldı.
Bu yüzden her çalışma, arzuyu anlatan bir nesneden çok, arzunun kişisel bir temas noktası gibi şekillendi. İzleyici de bu temaslara kendi deneyimiyle yaklaşarak, arzuyu tek bir yerden değil, farklı bedenler ve farklı yüzeyler üzerinden düşünmeye davet ediliyor.

3. Arzu, çoğu zaman görünmeyeni görünür kılan bir kavramdır. Arzu gibi soyut bir kavramla çalışırken malzeme seçimini ne belirledi?
Malzeme seçimini belirleyen şey, arzunun tek bir hâli olmamasıydı. Arzuyu sabit bir duygu olarak değil; bazen bastırılmış, bazen taşkın, bazen kırılgan ya da dirençli bir hâl olarak düşündük. Bu yüzden malzemeye yalnızca teknik bir unsur olarak değil, arzunun bedene temas eden yüzeyi olarak yaklaştık.
Her malzeme, arzunun başka bir hâlini taşıdı. Dokusu, sertliği, esnekliği, ağırlığı ya da geçirgenliğiyle izleyiciye yalnızca bakılan değil, hissedilen bir deneyim sundu. Böylece malzeme, kavramı temsil eden bir araç olmaktan çıkıp, izleyicinin arzuyla fiziksel ve duyusal bir ilişki kurmasını sağlayan aktif bir unsur hâline geldi.
4. Mimari pratik çoğu zaman işlevsel gerekliliklerle bağlantılı olabiliyor. Sanat ise daha serbest bir ifade alanı sunuyor. Bu iki disiplin arasındaki fark sizin için üretici mi yoksa zorlayıcı mı oldu?
Aslında ikisi birden oldu. Mimarlığın işlev, ölçek ve teknik düşünceye dayanan yapısı bize güçlü bir zemin sağladı; sanat ise bu zemini esnetme ve sorgulama özgürlüğü sundu. İşlev baskısından uzaklaştıkça, mekânı bir çözüm üretme alanı değil, bir his ve deneyim alanı olarak düşünmeye başladık. Bu geçiş kimi zaman zorlayıcıydı ama tam da bu zorlanma, üretimi besleyen en verimli alanı açtı.

5. Mimar kimliğiyle bir sanat üretimine yönelmek, disiplinlerarası bir konumlanma gerektiriyor. Bu geçiş sizde nasıl bir düşünsel dönüşüm yarattı?
Aslında bu geçiş, mimarlıktan kopmak gibi değil. Mimarlık zaten karşı tarafla güçlü bir empati kurmayı gerektirir; bir mekânın nasıl çalışacağı kadar, nasıl hissettireceğini ve ne düşündüreceğini de sorgular. Sanat üretimi, bu yaklaşımı daha serbest bir zeminde sürdürme imkânı verdi. Düşünsel olarak bir dönüşümden çok, mimarlıkta zaten var olan bu sorgulama biçiminin farklı bir ortamda devam etmesi gibi oldu.
6. Üretim sürecinde, mimar olarak sahip olduğunuz teknik düşünme biçimi sanatsal ifade olanaklarınızı nasıl etkiledi?
Teknik düşünme biçimi bizim için sınırlayıcı olmadı; aksine üretimi taşıyan bir zemin oluşturdu. Malzemeyle, ölçüyle ve mekânla kurduğumuz teknik ilişki, sanatsal ifadeyi daha bilinçli kurmamıza yardımcı oldu. Bu süreçte teknik bilgi, sonucu belirleyen bir kuraldan çok, ifade alanını açan bir araç gibi çalıştı.
7. İşlerinizin izleyiciyle fiziksel ya da duyusal etkileşim kurması önemli bir parça gibi görünüyor. İzleyici etkileşimi çalışmanın anlamında nasıl bir yere sahip?
Aslında bu, mimarlık yapmaktan kalan bir şey. Üretilen şeyin karşı tarafla bir diyalog kurma arzusu. Mimarlıkta olduğu gibi burada da işin tek başına var olması değil; izleyiciyle karşılaşması, ona temas etmesi, bir tepki ya da his üretmesi önemli. İzleyiciyle kurulan bu ilişki, çalışmanın anlamını tamamlıyor.
8. Sergi mekânı, içindeki işler tarafından yeniden tanımlanır. Sizce bu sergi mekânı üretimlerinizi nasıl dönüştürdü, siz mekânı nasıl dönüştürdünüz?
Bu sergide mekân ve işler birbirinden sonra gelmedi; en başından beri birlikte düşünüldü. Üretimler mekâna sonradan yerleşmedi, mekânla birlikte gelişti. Mekânın ölçeği, boşlukları ve sınırları işleri şekillendirirken; işler de mekânın nasıl dolaşıldığını, nasıl hissedildiğini dönüştürdü. Bu yüzden mekân ve üretimler arasında bir uyarlamadan çok, ortak bir üretim süreci vardı.
