Prensesin bedeni öfkenin rengi olan kırmızıya boyanır, gözyaşlarıysa kayalardan aşağıya tohum gibi dağılır ama toprağa ulaşamaz. Gözyaşlarından başka güller de hayat bulabilirdi ama o bununla ilgilenmiyordu. Tek derdi bulunmak istemediğini düşündüğü prensin ta kendisiydi. ”Prens”in onunla ilgilenmediğini düşünür, olmayışının öfkesiyle boğulur. Çünkü prens çok sevdiği bir hiç kimsedir, bir hiç kimse olsa bile. Öfkeli bir prensesin bedeni kaya gibi keskin olur, gül bedenini dikenler korur, taşlaşmış bir gül gibi öylece durur, sürekli ağlar, kendi dikenleri kendi bedenine batar.
”Sen beni benim için değil, öfken için sevdin; bedenin taşlaştı, öfkenle katılaştı, renksiz bir gül gibi sadece dikenleriyle beni aradı. Kayalar sana seni hatırlatsın, öfken gözyaşların gibi aksın.”
Prenses sinirlenmeye başladı; kaçıncı dünya, kaçıncı bekçi, kaçıncı bekleyiş. Prenses bir sonraki dünya olan Öfke Dünyası’na doğru gidecekti. Atıyla yola çıkmak üzereyken bir ulak ona bir mektup getirdi, bu mektubu okuyan prenses öfkesine yenik düştü, kılıcı kırmızıya boyandı, bunu gören prensesin uşağı ise kafasını çevirip prensesin atıyla ilgilenmeye devam etti. Prenses uşağının yardımıyla atına bindi. Yolların yeşillikten kırmızılığa bürüneceği, her yerin kırmızı damarlarla sarılganlaşacağı ve kırmızılaşacağı bir yolculuğa; toprağın yüzündeki damarlar kahverengiden kırmızıya döneceği, toprağın alnındaki güllerin kahverengi olacağı ve taşlaşacağı bir yolculuğa çıkacaktı. Böyle bir dünyanın kapılarından geçecekti, prenses, çaresiz bir gül gibi. Yollardan geçerken kuşlar, bitkiler hatta gökyüzü kırmızılaşıyordu. Dünyaya çok yaklaşmışlardı. Prenses dünyanın kapısını görebiliyordu ama korkuyordu da. Çünkü bu sefer kapının önünde bekçi yoktu. Nasıl bir tehlikeyle karşılaşabilirdi, bilemiyordu.
— Beni öldürmeye kalkacak başka bir bekçiyle mi karşılaşacağım? Kâhin her dünyanın bir bekçisi olduğunu söylemişti. Bu dünyayı kim koruyor?
Uşak bir anda geri çekildi, prenses ise şaşkın şaşkın yukarıyı izledi. Öfke Dünyası’nın kapısı göğe yükselmişti, bir kale gibi olmuştu, bu kalenin surlarında kaya gibi keskin oklar atan ve kıpkırmızı okçular belirmişti. O kadar kırmızı ve parlaklardı ki Güneş bile onlara bakamıyordu. Okçular yaylarınıı germiş, emir bekliyorlardı. Gökyüzünden kırmızı ve devasa bir taş indi: Öfkeli Taş. Bu taş o kadar ağırdı ki inince her yeri sarstı, etrafında ne varsa dağıttı ve prensese yaklaşmaya başladı, prenses ise Öfkeli Taş’ın karşısında çaresiz kalmıştı. Çözümü kırmızı iksiri içmekte buldu. Bir kelebeğe dönüştü.
— İstiyorsun girmek bu dünyaya ama söylemiyorsun neden.
— Ben bir prenses-
— Soru sordum sana, cevap ver sorduğum soruya.
Prenses derin bir nefes alıp cevap verdi.
— Kâhin bana sevdiğime kavuşabilmem için bütün dünyaları gezmemi ve kendimi arzum için kanıtlamam gerektiğini söyledi. Bu yolculukta çok dünya gezdim. Sıra bu dünyada.
Prensese yaklaştı.
— Tekrarla dediklerini, işitmez kulaklarım seni…
Prenses kanatlarıyla hızlı bir manevra yaptı, Öfkeli Taş ise prensese vuramamışlığının öfkesiyle okçulara emir verdi ama okçular da bir işe yaramadı. Çünkü prenses çok hızlıydı. Öfkeli Taş prensesin kelebeğe dönüşmüş olmasına karşın bir elini hemen yanındaki gül suyuna daldırdı, ellerini diken atan mekanik bir güle dönüştürdü ve her yere diken ateşledi. Prenses hızla oradan uzaklaştı ve normale döndü, uşağı aceleyle prensesi atına bindirdi, prenses ve uşağı oradan uzaklaştı. Bu, beklenmeyen bir tehlikeydi, bu yüzden hazırlık yapılıp bir daha gelinmeliydi. Prenses ve uşağı oradan uzaklaştıktan sonra prenses kâhine ulaşmayı istedi, uşağına sarı bir gülün dikenlerini getirmesini emretti, uşağı sarı bir gülden topladığı dikenleri prensese getirdi, prenses dikenleri bedeniyle buluşturdu, kanını rodon şeklinde toprağa akıttı ve kâhinin çağrıya cevap vermesini bekledi. Kan kuruyunca kâhinin yüzü toprakta belirdi:
— Seziyorum çaresizliğinizi, söyleyin ki söyleyim çarenizi.
— Hayatımda görmediğim kadar büyük bir taş gördüm, öfkeli bir taş. Öfke Dünyası’nın kapılarından geçecektim ama Öfkeli Taş buna izin vermedi.
— Korkudur öfkenin kaynağı. Daha öfkeli birisidir ondan, onu yenecek olan.
— Onu nasıl korkutacağım?
— Küçülürseniz ne kadar, görürsünüz o kadar.
— Kelebeğe dönüşmüştüm ama işe yarama-
— Kalkabilir yerden, gerçekliğinin ağırlığıyla devrilen ama kalkamaz yerden, öfkesinin ağırlığıyla devrilmeyi bekleyen.
— Hendek kazacağım ve Öfkeli Taş’ı hendeğe doğru çekeceğim. Ben kapılardan geçene kadar bana zaman kazandıracaktır.
Çağrı sonlanmıştı. Prenses uşağı çağırıyordu.
— Sana vereceğim iksiri iç, bir süreliğine bir deve dönüşecek ve çok güçlü olacaksın. Bu gücünle bana hendek kazarak hizmet edeceksin.
”Prensesin tek yapması gereken uçarak Öfke Dünyası’na girmek, aradığını bulmak ve oradan ayrılmaktı ancak aradağını orada bulamayacaktı.”
Saçları toprağın rengini alır, gözyaşlarıysa toprağı akar ama gözlerine hiçbir şey olmaz, yüzüyse hatırlandığı kadar kırmızı, unutulduğu kadarsa beyaz. Çünkü siyah bulutlar gözlerini ve saçlarını her gece ıslatır. O bir prenses. Prenses olduğu kadar acımasız. Çünkü onu hâlâ seven birisinin olduğunu düşünür ama uyanamaz.
”O bulutlar aslında benim gözlerimdi, göremediğin gözlerim. Artık beni göremeyecek olsan bile bulutlar beni sana hatırlatsın, anlatsın, buluştursun seninle. Yeter ki uyanma oradan: Toprak susatır, bulutlar besler, güller beslenir. Başka bir ihtiyacın olabilir mi?”
Prenses birçok dünyayı gezmişti, birçok bekçiyi alt etmişti ancak yine de prensi bulamamıştı. Çok yoruldu ancak hemen pes etmedi, aklına başka bir dünya geldi. Son bir dünya kalmıştı: Güllerle çevrilmiş ve bulutlarla örtülmüş bir dünya. Bu dünyanın adı Üzüntü Dünyası’ydı. Üzntü Dünyası’nın kapılarının önünde bir mezar gördü ama anlam veremedi. Mezar taşındaki yazıları okumaya başladı, bir anda arkasında büyük bir gölge belirdi. Bu gölge bir savaşçı gibi giyinmiş ve kuşanmıştı. Güçlüydü ama üstünde gül yapraklarıyla çevrili bir zırh vardı, onu hiçbir şeyden koruyaman, bu yüzden güçlü de olsa korkardı; yine de başında mezar toprağından yapılmış bir miğfer vardı, onu hiçbir kimseden koruyabilirdi, cesaret verirdi, bu yüzden korkmazdı. Büyük Gölge bu dünyanın bekçisiydi.
— Neden geçmek istiyorsunuz buradan, prenses?
— Prensi bulmak istiyorum artık. Onu her yerde aradım ama hiçbir yerde bulamadım.
Bir merakla Büyük Gölge’nin cevap vermesini beklemeden soru sordu.
— Peki siz burayı kimlerden koruyorsunuz?
— Koruyorum burayı, sevdiğine inananlardan.
— Sevmenin inancı mı olur?
— Farklı şeylerdir sevmek ile sevdiğine inanmak. Aşabilirsiniz bütün engelleri, severseniz birini ama inanırsanız sevmeye, yaşarsınız hiçbir zaman aşamayacağınız engellerle. Burayı sevenlerden değil, sevdiğine inananlardan koruyorum.
— Ama ben seviyorum.
Büyük gölge kırmızı bir gülün yapraklarını eline aldı, prensese uzattı.
— Alın bu gül yapraklarını, gidin girişteki mezara, okuyun taşın üstündeki yazıları ve saçın kırmızı gül yapraklarını. Açılacak kapılar size, aradığınız buradaysa. Yaklaşın öğrenmek için mezara.
Gül yapraklarını aldı, girişteki mezara gitti, taşın üstündeki yazıları okumaya başladı.
”Gözyaşların yağmur gibi yağsın
Yüzün diken gibi batsın
Bulutlar toprağı ıslatsın
Gözlerin toprak gibi ıslansın.”
Yaprakları öfkeyle mezara saçtı ama kapı ona açılmadı. Bunu gören prenses, Büyük Gölge’nin yanına döndü.
— Kapı açılmadı ama ben doğru kişiyim! Burayı açmanı emrediyorum.
— Hayır, anlamıyor- Var burayı açtırmanın bir yolu daha. Söz vermeniz gerekir, bu dünyadan ayrılmayacağınıza.
— Sözümden dönersem ne olur?
Büyük Gölge uzaklaştı, prenses ise mezarın başına oturdu, gözlerini kapattı, yine uyumaya hazırlandı. Prenses çok fazla uyur ve uyanırdı ama bu uykudan uyanmayacaktı. Çünkü üzüntüsünün en iyi ilacı uykuydu, en kötü ilacı ise yine uykuydu.
”Prensesin gözleri kurudu, git gide görememeye başladı ve uykuya daldı. Gözleri prensi aradı ama göremedi, en sonunda yorgun düştü, duyguları onu yendi. Bu dünyadan ayrılmayacağına söz vermenin bedelini ödeyecekti. Bu sözden sadece âşık olanlar cayabilir. Çünkü sadece âşıklar bedel öderler. Oysa ki prenses bir hiç kimse için bedel ödemişti.”
”Uşak” gözlerini açtı. Dağınık yatağı arkasında, bilgisayarının ekranı ise önündeydi. Önce bilgisayarının ekranına sonra toplanmamış yatağına baktı, ardından bilgisayarı kapattı ve yatağa geçti. Yine muhteşem bir eser yazdığını düşünüyordu ama bir hafta sonra bunu da unutacağını biliyordu. En azından rüyasında prensesi göreceğini umuyordu ama sadece umuyordu. Çünkü bir adam bir prensesi ancak rüyasında görür.