Milli Eğitim Bakanı Nazım Çavuşoğlu’nun “ortaokullarda başörtüsü yasağını aştık” sözleriyle tanımladığı Bakanlar Kurulu’nun aldığı son karar, toplumda çok tehlikeli bir toplumsal kamplaşma yaratma potansiyeli yarattı. Türkiye’de Sunni Islam ve Türk milliyetçiliği üzerine yükselen bir rejimin son yirmi üç yılda nasıl bir baskı ortamı yarattığı, özgürlükleri aşama aşama kaldırdığı ve bu yönetimin Kuzey Kıbrıs’ın siyasi yapısına her fırsatta müdahale ettiği bir ortamda Bakanlar Kurulu’nun aldığı bu son kararın çok fazla tepki çekmesi anlaşılır. Ancak bu konu çok boyutlu bir konu ve ortaokul çocuklarını ilgilendirdiği için izlenecek mücadele stratejisinin sağduyulu bir şekilde düşünülüp uygulanması gerekliliği ortaya çıkıyor.
Damdan düşer gibi alınan bu Bakanlar Kurulu kararı karşısında izlenmesi gereken yol ne olmalı? Öncelikle ne olmaması gerektiğiyle ilgili naçizane fikrimi söyleyeyim. Öğrencilerin “Mustafa Kemal’in Çocuklarıyız” diye slogan attığı bir protesto yönteminin birden çok sebepten ötürü sakıncalı olduğunu düşünüyorum. Bu tarz protestolar zaten Bakanlar Kurulu’nun kararının yarattığı kutuplaşma ortamına katkı yapıyor. Ben orada çalışan bir öğretmen olsaydım, bu tarz bir protestonun mütedeyyin ailelerin başörtülü okula gelmek isteyebilecek kız çocuklarının psikolojisini nasıl etkileyeceğini düşünerek buna izin vermezdim. Okul içinde böyle bir kutuplaşma oluşması böyle öğrencilerin akran zorbalığına uğrama ihtimalini artırıyor. Dahası mütedeyyin bir ailenin kızı, sizden farklı bir anlam dünyasına sahip olduğu için muhtemelen bu meseleyi küçük bir kızın iradesi dışında başının kapatılması olarak görmeyecektir (böyle insanlar da olabilir tabii, ama çoğunluk olduğunu düşünmüyorum), aksine inandığı dinin gereklerine göre giyinmesinin engellendiğini düşünecektir.
Bu durumda bu alınan karar karşısında ne yapılmalı? Bunu tartışmak için biraz dünyadaki örneklere bakmakta var. Dünyada başörtüsünü yasaklayan ülkelere baktığımızda farklılıklar görüyoruz. Fransa, Kırgızıstan, Kazakistan, Tajikistan gibi ülkelerde okullarda başörtüsü yasaklanmış. Fransa dışındaki İngiltere, Kuzey İrlanda, İtalya, İskoçya, İspanya, Finlandiya, İsveç gibi Avrupa ülkelerinde başörtüsü yasağı uygulanmıyor. Mesela 2022 yılı sonunda İsveç’in Yüksek İdari Mahkemesi okullarda başörtüsünün okullarda yasaklanamayacağına karar verdi. Almanya’da ise 2015 yılından itibaren başörtüsüyle okula gidip gitmeme meselesi eyaletlere verilmiştir ve bazı eyaletler başörtüsü yasağı uygularken bazıları uygulamaz1.
Peki başörtüsüne izin veren Avrupa ülkelerinde çokkültürlülük nasıl işliyor? 1960lardan itibaren Avrupalı kimliğinin ‘çokkültürlülükle’ tanımlandığını hatırlatan Will Kymlicka’ya göre bu çokkültürlülük kavramının ikinci dünya savaşından sonra şekillenen büyük toplumsal dönüşümler bağlamında ele alınması gerekiyor. Çok kültürlülük, II. Dünya Savaşı öncesindeki ırk ve kültür üstünlüğü ideolojilerine karşı bir insan hakları devriminin parçası olarak görülebilir. Savaş öncesinde Batı, sömürgecilik ve ırksal hiyerarşiler de dahil olmak üzere liberal olmayan, demokratik olmayan ilişkilerle tanımlanıyordu; sömürgeciler, sömürgeleştirilen halklar üzerinde iktidar sahibi olurken, egemen gruplar marjinalleşmiş olanlar üzerinde hâkimiyet kuruyordu. Ancak II. Dünya Savaşı’ndan sonra, bu ideolojiler ırklar ve halklar arasında eşitliği savunan yeni bir ideoloji lehine kesin olarak reddedildi. Bu değişim, eski hiyerarşilerin kalıcı etkileriyle mücadele eden ve tüm kültürlerin bir arada var olma ve kendilerini yönetme haklarını savunan siyasi hareketlere yol açtı2.
Bugün çokkültürlülüğün Avrupa ülkelerinde sorunsuz işlediğini söyleyebilir miyiz? Maalesef, hayır. Farklı kültürlerin, dinlerin, etnisitelerin uyum içinde birarada varolabilmesi zor, o ülkelerde de bunu görebiliyorsunuz. Pek çok Avrupa ülkesinde yükselen aşırı sağ gruplar da o toplumlarda ekonomik krizlerin, ülkede işlenen suçların tüm faturasını Müslümanlara, göçmenlere, azınlıklara kesen, onlara diş bileyen insanların tepkilerinden ötürü bu kadar güç kazanıyor.
Bizim durumumuzda şunu da gözönüne almak gerekiyor. Biz herhangi bir Avrupa ülkesi değiliz. Türkiye ile asimetrik bir ilişkimiz var ve burada da Türkiye’deki rejimin dayattığı bir uygulama var. Türkiye’de ise emekçi düşmanı, sermaye yanlısı politika izlemekle birlikte yoksul kitlelerin dini duygularını istismar ederek, mesela yoksul mahallelerdeki kadınların desteğini almak için sosyal yardımlar yaparak, kadın vaizler, kadın kuran kursu öğretmenleri atayarak başta olan bir parti var. Ancak bu partinin de ne koşullarda başa geldiğini hatırlamak lazım. 2001 krizinden sonra ülkenin ekonomik sorunları, istikrarsız koalisyon hükümetleri merkez sağdaki ve soldaki partileri itibarsızlaştırmışken, AKP yükseldi. AKP’nin tabanının kendisinden beklediği en önemli şey başörtüsü yasağının kaldırılmasıydı çünkü AKP 2000lerin sonundan itibaren önce üniversite, sonra kamu kurumları sonra da ortaokul ve liselerde başörtü yasağını kaldırıncaya dek Türkiye’de başörtüsü yasaktı. 1990lu yıllarda üniversitede okuyan ve kendini ateşli bir Marksist Feminist olarak tanımlayan bendeniz de o yıllarda dindar kadınların başörtüsü yasağına karşı çıkıyordum çünkü 1990ların sonuna doğru, özellikle 28 Şubat 1997 ‘post-modern’ darbesinden sonra başörtülü kadın üniversite öğrencileri ikna odalarına alınarak psikolojik baskıya maruz bırakılıyordu. Dindar erkekler rahatça üniversiteye gidebilirken dindar kadınlar gidemiyordu. Sonrasında da fikrim değişmedi ama dindar kesimlerin gücü ele geçirince çoğunlukla kendilerinin hak ihlallerinden başka bir hak ihlalini önemsemediğini, diğer gruplara baskı yapıldığı zaman sustuklarını üzülerek gözlemledim.
Buradaki en önemli sorun, Türkiye’deki Siyasal Islamcı bir rejimin desteklediği bir dünya görüşünü yansıtan sembollere izin verilmesi ve bu sembollerin uzun vadede bu görüşleri paylaşmayan insanlara da dayatılması riskidir. Bunun karşısında yapılması gereken bu sembolleri toptan yasaklayıp, başörtülü kızları okula sokmamak mı? Bence değil. Zira böyle bir ortam, kimilerinin sandığı gibi mütedeyyin bir genç kızda birden bire bir “aydınlanmayı” getirmeyecek. Aksine bu insanları, en önemli “başarılarından” biri kamusal alanlardaki başörtüsü yasağını aşmak olan AKP’nin kucağına daha da itecek ve bu ülkedeki kutuplaşma ortamını daha da derinleştirecek.
AKP’nin Kuzey Kıbrıs’a yaptığı müdahaleleri beni de herkes gibi rahatsız ediyor. Ancak o rejimin buraya dayattığı politikaların hıncını başını örten orta okul öğrencilerinden çıkarmamalıyız. Çözüm yasaklamak değilse ne yapılabilir peki? Okullarda din dersi seçmeli olmalıdır, din dersinde sadece Sünni Islamla ilgili bilgiler öğretilmemelidir, diğer dinler ve mezheplerle ilgili bilgiler de verilmelidir ve Sünniler olduğu gibi Aleviler, Hristiyanlar, Afrikalılar vs da kendi dini/etnik sembollerini taşıyabilmelidir.
Bu satırları yazarken Kıbrıs Türk toplumunun kimi üyelerinin beni eleştireceğini biliyorum. Zira pek çok insanda “biz bittik, yabancılar geldi bizi yuttu” gibi bir kaygı var. Türkiye’nin verilen vatandaşlıklar aracılığıyla burada bir nüfus mühendisliği yürüttüğünü ben de biliyorum. Ancak mesele sadece bu değil. Artık göç küresel bir gerçeklik. Biz gelişmiş bir ülke olmamamıza rağmen hem dışarıya göç veriyoruz, hem de dışarıdan göç alıyoruz. Buraya sadece Türkiye’den gelenler değil başka ülkelerden gelen öğrenciler, yabancı işçiler de var. Bundan böyle biz de çokkültürlü pek çok ülkenin yaşayacağı farklı ve karmaşık sorunları deneyimleyeceğiz. Bu yüzden açık fikirli bir şekilde, bu konuyu farklı boyutlarıyla tartışma olgunluğuna ulaşmamız gerektiğini düşünüyorum. En önemlisi de bu konu ortaokul çocuklarını ilgilendirdiği için izlenecek mücadele stratejisinin hiçbir çocuğu incitmeyecek bir strateji olması lazım. Umarım bundan sonra izlenecek adımları daha sağduyulu ve sakin bir şekilde tartışıp uygulamak mümkün olur…
- Euronews, ‘What are the rules around Europe for wearing religions clothing in classrooms?’, 29 August 2023
↩︎ - Kymlicka, Will, ‘The rise and fall of multiculturalism? New debates on inclusion and accommodation in diverse societies’, in Steven Vertovec and Susanne Wessendorf, eds, Multiculturalism Backlash: European Discourses, Policies and Practices, London, Routledge, 2010 ↩︎