Valery Lobanovski niçin önemlidir? Birincisi, futbol adı verilen bir oyuna ilk kez bir “geometri” uygulamaya kalkıştığı için. Ona futbolun Spinoza’sı desek yeridir. Tarihte ilk kez futbol sahasını tam anlamıyla “parselleyerek” (öyle derler ya; ama terim yeterli değildir, çünkü bir durağanlık anlamı içerir) geometrik işleyen “önermeler” yaratabilen kişi odur. Bu yüzden yaz-kış sezonlarının kaprisi yüzünden az sayıda dünya ölçekli başarıya kavuşmuş olmasına rağmen (unutmayalım ki, Rusya’da ve eskiden Sovyetler Birliği’nde ligler yazın oynanıyordu), takımı en az üç kupa sürecinde mutlak olarak “durdurulamaz” bir hüviyetteydi.
1975-76 sezonunda yaz başı Avrupa Kupa Galipleri Kupası’na inanılmaz bir rahatlıkla ulaşması, Beckenbauer’in son günlerinde alabileceği son kupa olan Avrupa Süper Kupası’nı Bayern Münih ile neredeyse kedi fareyle oynar gibi oynayarak alışı… Sonra trajik ve harika bir finalle daha önce alt ettiği Hollanda Millî Takımı’na 1988 Avrupa Kupası’nı teslim edişi… Birleşik Arap Emirlikleri’ne antrenörlüğe gittikten sonra, yeniden esas takımı Dinamo Kiev’in başına gelişi… Ve Zaparojye maçında geçirdiği kalp krizinin ardından ölümü…
Her şey futbolun da önemli ölçüde “icada açık” bir alan olduğunu hatırlatıyor bize. Lobanovski’nin Kiev Dinamosu ile 70 ve 80’lerde yönettiği Sovyet Milli Takımı için bir ara, 21. yüzyılın futbolu diye bir korkulu övgü yapılmıştı. Bu, yukarıda andığımız başarılı dönemlerde kural olarak yinelendi: Geleceğin takımı, vs. Hayır, bu geleceğin takımı değil, geleceğin futbolunun önsezisiydi. Ama bu futbol hâlâ “gelecek”…
Futbolun pekâlâ bir icatlar alanı olabileceğini asla unutmamak gerek. Mesela Franz Beckenbauer, futbol tarihinde ilk kez “geriden ileriye 45 metrelik dripling”i icat etmişti. Yani, libero dediğimiz kurumun oyuna en çarpıcı katkısını… Bu icattan sonra, onun bu 40-50 metrelik yolunda karşısına çıkabilen defans oyuncusu pek bulunamadı.
Aynı şekilde, tarihin en büyük kalecisi Torpedo Moskova’lı Lev Yashin, o ana dek kalecilerin ceza sahasına inen her topu tutma gayretinin anlamsızlığını vurgulayan bir buluş geliştirdi: Topu mümkün olan her tarzda ceza sahasının dışına çıkarmak. Önce rakip Sovyet takımları, sonra da rakip ulusal takımlar bu adamın ceza sahasında neler yapabileceğini uzun süre kestiremediler. O ana dek hiçbir kaleci, ceza sahasının dışına çıkıp topu ayakla veya kafayla kontrol edip kullanmayı asla düşünmemişti.
Kabul, Pele çok iyiydi. Ama sonradan, Maradona’nın bence çok daha iyi ve etkili uygulayacağı bir icadı değerlendirerek. Aslında icat, şanssız oyuncu Garrincha’ya aittir. Buna, günümüzde Zinedine Zidane’ın bolca uyguladığı, Türkiye’de örneğini Hasan Şaş’ta gördüğümüz “top tekniği” diyebiliriz. Bunu icat eden Garrincha’dır. Sonra Pele ve Cruyff gelir. Ama teknik icat, doruk noktasına Maradona ile erişmiştir. Ve faullerin bollaştığı, ikili mücadelelerin didişme hâline geldiği günümüz futbolunda tarihe gömülmeye başlıyor gibi.
Garrincha’nın buluşu tam anlamıyla bir futbol “jestiydi”: Topu küçük veya uzun atılan adımların “alternasyonu” aracılığıyla rakip tarafından ulaşılamaz/hissedilemez hâle getirmek… Buluş, dar ve geniş alanlarda farklı biçimlerde gerçekleşiyordu. Bu, sanıldığının aksine futbolda “çalım atmak” ya da “adam geçmek” değildi yalnızca. Evet, bu türden etkileri vardı; ama aynı zamanda rakibi inanılmaz biçimde yoruyordu. Garrincha, biraz da sol ayağının aksamasını pozitif bir unsur olarak kullanıp, inanılmaz bir teknik icat etmişti. İşin sırrı topu küçük adımcıklarla ve küçük dürtmelerle kontrol etmeye dayanıyordu. Bunu iyi yapamayanlar, günümüzde doğru dürüst pas verme şansını tepen “hödükler” olarak anılır. Küçük tepiklerle hareket edildiğinde geometrik alan küçülür, daha dar bir alanda daha çok iş yapılır. Garrincha da henüz onun buluşundan haberdar olmayan defansları darmadağın etmişti. Pele ve Maradona’nın Garrincha kumaşından oldukları açık. Hagi de aynı gruba aitti.
Diğer alanlar gibi futbol da bir icatlar alanıdır ve bunun için UEFA’nın, mesela gol sayısını artırmak amacıyla kuralları değiştirmesine hiç ihtiyaç yok. Futbolu antrenörlerin ve futbolcuların sahada yaratacağı yeniliklere bırakmak zorundayız. Bugünkü futbolda icatlar bekleyen en büyük alan bana “oyun yıkma” dediğimiz konseptte içerilmiş gibi geliyor. En etkili isimler (Zinedine Zidane, David Beckham, Türkiye’de Hasan Şaş), genellikle oyunun nerede oynanacağına karar verebilen futbolcular oluyor. Tabii ki bu kararlarını gerçekleştirmeleri gerekiyor önce. Zidane bu işi en iyi becerebilen futbolcu günümüzde. Rakibin asla yetişemeyeceği bir alana, apansız takım arkadaşlarından herhangi birinin yetişebileceği “bir alan” gönderiyor. Yani, yalnızca topu bir bölgeye atıyor değil, oraya koşan arkadaşına uygun bir alan da “atıyor”.
Bunu icat eden kişinin kim olduğunu söylemek zor; çünkü böylesi pozisyonlar futbolun içinde zaten dinamik olarak içerilmiştir. Fakat bunu fark edip, sistematize eden kişinin müteveffa Valery Lobanovski olduğunu düşünmek için pek çok neden var. Unutmayalım ki, 6-7 saniyedir topu ayağında tutan ve 10 metrekarelik bir alana sıkışmış oyuncu, karşısındaki rakibe göre üç ya da dört kat fazla adım atmak zorundadır. Lobanovski’nin büyük buluşu, aslında hiçbiri dünya çapında yetenekler olmayan futbolcularını bu “fazla adım” projesine en doğru biçimde yerleştirmekti. Nasıl? Daha az adımla!
1975 Süper Kupa finalinde Oleg Blokhin’in Bayern Münih’e attığı bir golü hatırlıyorum: Kalabalık bir defansta tek bir boşluk var ve orası aslında defansın en kalabalık yeri. Dosdoğru oraya gidiliyor ve gol kaçınılmaz… Fazla adım, yukarıda andığımız Garrincha üslubunda gerçekleştiriliyor; küçük küçük tepiklerle, “bodoslamadan” girerek… Ve sonuçta Beckenbauer’li, Schwarzenbeck’li, Roth’lu defans bir anda aşılıyor.
Lobanovski’yi kaybettik. Futbolun şâhikası, en büyük zekâlarından biriydi. “Team management” denen ve bugün Türkiye’de en iyi Mircea Lucescu’nun uyguladığı bir çalışma disiplininin ilk uygulayıcısıydı. Onu Sovyetik totaliter rejimin disipliner mantığının bir uzantısı olarak yorumlamak isteyenler var. Oysa Batı’nın en liberal ülkeleri onun “training” ilkelerini uygulamakta hiç gecikmediler ve onun önüne bile geçtiler bu konuda. Her durumda bugün “takım futbolu” diye belli belirsiz, hatta anlamsız bir ad takılmış olan şey onun bir icadıdır ve artık onsuz futbol oynanamıyor. Lobanovski’nin hiç de büyük yetenek olmayan futbolcularının gücünü hatırlıyorum. Düşerken topa vurup gol yapabilen Onishenko ile Kolotov, rakip alanda tek başına terör yaratabilen Blokhin ve onlarla Çernobil patlamasından sadece üç gün sonra İspanya’da oynanan Kupa Galipleri finalinde Atletico Madrid’i 3-0 yenen Dinamo Kiev… O maçta Zavarov, bitime üç dakika kala attığı golde orta sahada ardışık olarak sıralanmış dört rakibi, onların sürekli faul girişimlerine rağmen aşmıştı!
Lobanovski’nin ölümüyle bir devir bitti. Şimdi mafyanın eline teslim edilmiş ve şikeden başka bir şey yapamayacak Dinamo Kiev (bunu üç yıl önce Bayern Münih maçında yapmış olduklarına gerçekten kaniyim), pek farklı durumda olmayan Ukrayna Millî Takımı ve Avrupa’ya dağılmış bir sürü çok iyi futbolcu: Shevchenko ve diğerleri…
Her durumda futbol da bir yaratıcılık alanıdır ve bu bakımdan sanattan, felsefeden, sinemadan aşağı kalmaz. Başta da belirttiğim gibi, futbolun Spinoza’sı ya da Bresson’u olarak anılması gereken Lobanovski’nin ölümü, bence futbola düşmüş en büyük gölgedir. Sovyet döneminde rahattı Lobo, sonra mafya onun takımını ele geçiriverdi. O bunlara rağmen futbol meselesini yürüttü. Geometrik düşündü; ama her zaman futbolla düşündü. Kavramları vardı ve ömrü boyunca bu kavramların hakkını vermeye çalıştı. Çok özel bir şeyler söylemem gerekirse, Lobanovski, futbola küfrettiğim yıllarda bile bana bir takım tutturabilmiş olan adamdı. Ve ben, hâlâ Kiev Dinamosu’nu tutuyorum.