Nikos Hristodulidis’in cumhurbaşkanı adayı olacağı netleştikten sonra tartışmalar, Kıbrıs’ın Fransa örneğini takip ederek, iki büyük partiden birinin adayı olmayan ve onlar tarafından desteklenmeyen bir siyasetçiyi ülkenin en yüksek makamına seçip seçmeyeceği üzerine yoğunlaştı. Kamuoyu yoklamalarında devam eden üstünlüğü ve tüm partilerden aldığı yatay destek, özellikle Averof Neofytou’nun Demokratik Seferberlik Partisi’ni (DISY) bir araya getirememesi ile birlikte, birçok kişinin kendisini Kıbrıs’ın Macron’u olarak göstermesine yol açmış ve adaylığına Fransa Cumhurbaşkanı’nın seçim ve nitelik özelliklerini atfetmiştir. Peki ama Nikos Hristodoulides, Kıbrıs’ın Macron’u mu?
Kaynak: NİKOS HRİSTODOULİDES KIBRIS’IN MACRON’U MU YOKSA LE PEN’İ Mİ?
Görsel: Penna!
Belirgin farklılıklara rağmen (örneğin, Macron partisiyle yolları ayırdı ve izlenen politikalarda bir değişiklik sözü verdi. Hristodoulides ise hala DISY’nin bir üyesi olmaya devam ediyor ve ‘daha iyisi, iyinin düşmanıdır’ diyor), eski Dışişleri Bakanı’nın adaylığının, esas olarak imaj söz konusu olduğunda Fransa Cumhurbaşkanı’nın adaylığına benzediği doğrudur. Nikos Hristodoulides (DISY dünyanın gözünde hükümet ile arasına mesafe koymasına ve aynı zamanda muhalefetin de Anastasiades hükümetini desteklemeden onu desteklemesine olanak vererek Hristodoulides’in görevden alınmasının makul olacağına karar verinceye kadar) Anastasiades hükümetinin Bakanlar Kurulundaydı ve Macron gibi, hiç tereddüt etmeden müesses nizama hizmet etmekten geri durmadı. Hristodoulides bu nedenle, kurulu bu siyasi düzenin ta kendisinin derinliklerinden gelen biri olarak kurulu siyasi düzendeki değişim olarak çelişkili bir şekilde ortaya çıktı. Dahası, Emmanuel Macron örneğinde olduğu gibi, popülaritesi partilerin zayıflamasının ve seçmenler ile partiler arasında gevşeyen ilişkilerin neticesidir. Ancak, her ikisinin de ortak özellikleri, siyasetteki ilerlemeleri ve buna neyin yol açtığıdır. Eski Dışişleri Bakanı’nı mevcut potansiyelden uzaklaştırmayı zorlaştıran da bu. Çünkü bu yükselişe neden olan şeyin ne dile getirdiği pozisyonlarla ne de uygulamayı taahhüt ettiği politikalarla hiçbir ilgisi yoktur. Bunun, toplumun değişime duyduğu ihtiyaç ve bu değişimin sadece insanları değiştirerek mümkün olabileceğine dair inancıyla ilgilidir.
Anormal zamanlarda yaşıyoruz. Fransa gibi tarihi bir demokraside, eski sağın çöküşü ve sosyalistlerin bedensizleşmesiyle, bildiğimiz parti sisteminin tamamen parçalanması, geleneksel parti sisteminin, neyi savundukları veya ülkeleri nereye sürüklemeyi amaçladıkları belli olmayan güçlerin veya kişilerin önünü açan benzeri görülmemiş bir meydan okumayla karşı karşıya olduğunu göstermektedir. Bu meydan okumanın sonucu, Macron’un seçilmesi, Le Pen’in % 43 ‘e yükselmesi ve Nikos Hristodoulides’in bariz üstünlüğü oldu. İnsanlar partilerden bıkıp usandılar, sabırları tükendi. Ve ne pahasına olursa olsun kurulu siyasi düzenden kurtulmak istiyorlar.
Bunun bir sonucu olarak, Nikos Hristodoulides’in net bir pozisyonunun olmayışının onun için hiçbir bedeli olmayacağı gibi, Hristodoulides’in net bir manifestosu olmadığı takdirde başarısız olacağını umanlar da bir sürprizle karşılaşacaklar. Kendisini isteyenler tarafından tercih edilen aday olması benimsediği görüşlerden dolayı değildir. Bu da onunla siyasi olarak başa çıkmayı zorlaştırıyor. Sistem değişemediği sürece değişim sözü verenler alternatif çözüm olarak ortaya çıkacaklar ve toplumun önemli bir bölümünü peşlerinden gitmeye ikna edecekler.
Bu nedenle, Fransa seçimlerini tartışırken Nikos Hristodoulides’in ne ölçüde Macron veya Kıbrıs’ın Le Pen’i olarak tanımlanabileceğine dair bir arkadaşın bana esprili bir şekilde sorduğu soru, esas mesele olmayabilir. Birisi ılımlı/merkezdeki karakterine ve ılımlı profiline vurgu yaparken bir başkası Rusya ve Kilise ile yakın olduğu iddia edilen bağlarını öne sürebilir. Birisi onun beş yıl öncenin Macron’u olduğunu söylerken bir başkası onu bu yıl Le Pen ile kıyaslayabilir. Ve ikisi de haklı olur. Çünkü Nikos Hristodoulides, düşünceleri ve duruşu nedeniyle bu konumda değil. Bunun nedeni toplumun siyaset sistemine olan tepkisidir. Ve bu memleketin sorunlarına bir çare değildir. Ayrıca son yıllarda her yerdeki seçim savaşlarının kanıtladığı bir şey varsa o da bir insanın değişmesiyle sistemin değişmesinin zor olduğudur. Beş yıl önce Macron’u sıfırdan iktidara taşıyan şey, beş yıl sonra -yeniden seçilmesine rağmen- onu şüpheye düşürdü ve Le Pen’i %43’lere yükseltti. Bu da gösteriyor ki toplumlar değişmediği sürece sistem de değişmiyor.
Dikkatimizi odaklamamız gereken nokta burasıdır. Sistem nasıl değişir? Belirli grupların yürütme seviyesindeki kararlara erişimini nasıl sınırlandırırız? Sistemi çoğunluğun yararına çalışmaya nasıl zorlarız? Sistemi genel olarak nasıl kontrol ederiz? Bunu başarırsak, o zaman seçimler farklı olacak ve seçimlerin kazancı daha yüksek olacak. Fikirler ve ikilemler o zaman gerçek olacak. Görüldüğü üzere kolay çözüm yoktur. Ve kolay görünen çözümler de nadiren işe yararlar.