Kasiyer Bahire 1. Bölüm ⏰💰 Tevfik Aytekin
Artık sıcak renkler beğenilmiyordu. Sarı sıcak, sıcak kırmızı yoktu.
Ama kaybolmadılar. Orada öylece duruyorlardı. Sadece Bahire’nin dünyasından çıkarılmadı sıcak renkler, bütün dramatik renklerini kaldırdılar dünyanın.
Ama yok olmadılar. Biblo gibiydiler, çerçevede, parklarda, bahçelerde, leğenlerde kalmışlardı.
Yosun yeşili yoktu artık.
Şeftali rengini, bebek mavisini filimlerde dahi kullanmıyorlardı.
Bir dışarı kadar gitmiş de, hemen geri gelecek gibiydiler. Gül rengi, limon, leylak rengine fotoğraf filitrelerinde dudak bükülüyordu.
Kimsenin eli gitmiyordu artık dramatik sıcak renklere.
Sanki kodaman birisi gelmişti de, bundan böyle daha çok soğuk renkler, soluk, dumanlı renkler tercih edilecek diye bir emir vermiş gibiydi.
Bahire süpermarket kasiyeriydi. Bahire’nin iş gömleği soğuk maviydi. Sırtında soğuk kırmızı renkle süpermarketin ismi yazıyordu. Bu gömlek onu tıpkı bir buzluk gibi gösteriyordu.
Marketin rafları soğuk maviydi, ışıklar soğuk beyazdı. Ortam dumanlı sarı, soluk kırmızıydı.
Mesai on iki saatti. Yemek araları on beş dakikayı geçemezdi. Gerçi yemekte de sürekli aynı bol yağlı şeyler vardı. Çoğu zaman yoğunluktan yemek aralarına çıkılması yasaklanıyor, saat dört gibi soğuk ve küçük bir sandviç veriliyor, yanına da ancak çay veya kahve hakları oluyordu.
Maaşlarının bir kısmı bankaya yatırılıyor kalanı elden veriliyor, sigortaları en alçaktan yatıyor, maaşlarını ayın yedisi mi olur, artık on ikisi mi olur, patron ne zaman hazır olursa o gün dağıtıyorlardı.
Uzun zamandır eksik ekiple çalışıyor, günde en az dört saat ayakta duruyor, sekiz aydır izin kullanamıyor, kullanılmayan izinlerini para olarak ödemiyorlardı bile.
Bahire’nin bakışları buz dumanı gibiydi. Bu bir türden duygular eşiğini aşan hissizliğe benziyordu.
Eğer ki ayın ilk haftası, bir de üstüne üstlük cumartesi veya pazar gününe denk gelindiyse, kanlı cumartesi, kanlı pazar derlerdi o günlere.
Yirmi beş market kasasından aynı anda ürün geçerken çıkan dıt sesi, iki buçuk saat boyunca kesiksiz durmadan devam etmeye başlayınca, bir süre sonra kendinizi soğuk ve dar bir F tipi cezaevi hücresinde hissediyor, dıt sesleri hücrede işkence için çalınan müzikleri duyuyormuş gibi geliyordu.
Sanırım bir seslendirmecinin kasiyerlik türünden işleri yapması mümkün değildi. Bilirsiniz onlar çok ufak seslere karşı hassas oluyorlar. Gerçi bir kariyer olarak sanat en vahşi seçimdir ama, bir kariyer olarak kasiyerlik mi yoksa sanat mı vahşi seçimdir bilemedim.
Bütün kasiyerler muhasebe müdürüne bağlıydı. Muhasebe müdürü gıcık, sıkıcı, espri anlayışı soğuk ve götü yere yakın bir adamdı. Anadolu’da bir atasözü vardır, götü yere yakın olandan korkacaksın diye. Bu atasözü doğru mu bilmiyorum ama, müdürümüz götün tekiydi.
Ne zaman şartlardan şikayet etseler, bu markette kasiyerlik yapan başka markette şef olur, geleceğinize yatırım yapıyorsunuz, zorlu şartlar sizi daha güçlü yapacak, önceliğiniz para olmasın, bu çok ulvi bir iş, ben en diplerden geldim türünde şeyler söylüyordu.
Bu kadarla da kalmıyordu. Bütün kasiyerler ona göre hırsızdı. Parayı düşünmeyin diyen adam inanılmaz cimriydi. Patronun bilakis yalakası, daha önce kısa bir süre al-sat işlerinde çalışmış, yaptığı işle alakalı doğru düzgün tecrübesi dahi yoktu.
Ortada bir sorun varsa sorunu çözmek yerine sorunu sanki sen yaratmışsın gibi davranırdı. Hiçbir zaman senin yanında durmaz, ya karşı tarafın ya da patronun tarafını tutardı.
Göttü göttü ama, hakkını yemeyelim, kapitalizmin en muhteşem hikâye anlatıcılarından bir tanesiydi. Bir anlatmaya başladı mı, köle olsan kendini cennet bahçesinde hissederdin.
Karşısına bir hatayla gidersen kesinlikle avazı çıktığı kadar bağırırdı. İşi de bilmediğinden bir çözüm önerisi de olmaz, sen çözeceksin derdi.
Bekârdı. İki kadın gördü mü marketi üzerilerine yapar valla. Süpermarkette gezmeye dursun. Raflara mı bakıyor, çalışanlara sorun çıkarmak için mi geziyor, kadınları mı kesiyor belli değildi. Sanırım biz kasiyerler, en çok da erkek müdürlerin orta yaş bunalımlarını çekiyoruz.
Anadolu’da bir atasözü vardır. Ağır ol da molla desinler diye. Suratsızdı. Üniversite’de bir hocam bu tipler için şöyle derdi; suratsız yöneticiler, ağır olanlar kesinlikle hiçbir şey bilmedikleri için bu maskeyle gezerler iş hayatı içinde, çünkü gerçek yüzlerini gösterseler bir şey bilmedikleri ortaya çıkacak da ondan derdi.
Ve her şeyden önce kendini bir halt zannederdi. Biz kasiyerler de ona Halt Ömer derdik. Aramızdaki lakâbı buydu. Halt geliyor, Halt gitti, Halt aşağı Halt yukarı.
Bir sorun eğer patronun önüne kadar çıktıysa, Halt Ömer’in gram sorumluluğu olamazdı. Bütün hata çalışanlardaydı. Gerekirse tuzak kurar, yine de olayların içinden sıyrılıverirdi. Size tuzak kurması için bir sebebe de ihtiyacı olmazdı. Kendisine her an bir kötülük yapılacakmış gibi hissederdi Halt Ömer. Sürekli tetikteydi. Zehirli düşmanlıkla zehirlenmişti anlayacağınız. O yüzden market içinde kendi yetiştirdiği zehirli sarmaşıkları vardı. Sularını verir, pencerelerini açar, onları zaman zaman güneşe çıkarır, zehirli sarmaşıklarını pek bir severdi Halt Ömer.
Yılan soyunun tekiydi işte. Yılan soylarını bilirsiniz. Her türden fesatlık, sezdirmeden arkadan yaklaşma, fikrinizi çalma, dedikodu, yolunuza mayın döşeme gibi meziyetleri vardır onların.
Böylelerinin burnu boktan da kurtulmaz ama yine de yılan soyu olmaktan vazgeçmezler biliyorsunuz. Çünkü şeytana çalışmıyorlar, sanki şeytanla direk çalışıyorlardı.
Kanlı pazar günlerinde her kasanın önündeki sırada market arabasıyla en az on insan beklerdi.
Sırada bekleyenlerin tavrı hayatları gibiydi. Keşmekeş, öfkeli ve bıkkınlardı.
Süpermarkette market arabası sürmek peygamber sabrı isterdi. İçeride sanki kıtlık çıkmış, yangından mal kaçırır gibi alışveriş yapan bir kalabalık, en az altı yedi farklı milletten insan vardı.
Bu son zamanlarda yeni yeni oluştu. Beş yıl öncesine kadar Kıbrıs’ta biz bizeydik. Almanlar kasada en cimrileriydi. İngilizler hata arardı. Ruslarla, Kazaklarla anlaşmak zordu. Arada birkaç Çinli gördüğüm de oldu. Rumlar gelmeye başlamıştı dövizin artmasıyla. Yahudiler gürültülüydü. Türkiyeliler ve Kıbrıslılar en egolu olanlardı. Zannedersiniz sanki de marketi satın alacaklar.
Norveçliler her kurala uyardı ama, belli ki ortamdan onlar da rahatsızdı. İranlılar aceleciydi. Zaten bize İngilizlerden başka iyi günler, merhaba diyen de yoktu.
Yüzümüze bakan da yoktu gerçi. Son yıllarda çalışanlar da değişmişti. Türkler bir nevi sınıf atladı sanki. Onlar bu türden işlere dudak büküyordu. Sağda solda da öyleydi. Türk garson da yoktu. Pakistanlı, Bangladeşli, Zenciler bir de biz vardık.
Zenciler dilini veya aklını yutmuş gibiydi kasada. Bir keresinde bir çikolata rafındaki tek bir çikolataya yirmi dakika bakan zenci gördüm. Gerçi zenci dememize müdürümüz Halt Ömer kızıyor da. Afrikalı diyecekmişiz. Irkçılık yapıyormuşuz. Her şeyi de bilir Halt Ömer.
Bahire süpermarket kasiyeriydi. Bahire yirmi beş yaşında, aslan burcu, babası pisliğin teki, annesi daha çok kardeşinin tarafını tutan, Bahire işletme mezunu, kardeşi sanal betçi, Bahire süpermarketin üstündeki apartmanın ikinci katında oturuyor, karşı komşuları emlakçı, üst katlarındaki Forex ofisinin balkonunda her akşamüstü beşte şampanya patlatıp kutlama yapıyorlardı.
Bahire’nin babası Mağusalı annesi Türkiyeli, Kastamonuluydu. İskele’nin yerlisi bir amcası vardı, ufak bir aileydiler.
Bahire her sabah yedi olunca kalkar, iki kat aşağıya süpermarkete iner, çalışmaya başlar, akşam yedi de işi biter, iki kat yukarıya çıkardı. İşi bitiyordu ama, her balkona çıktığında sanki işte gibiydi. Süpermarketin soğuk mavi soğuk kırmızı renkteki ışıklı tabelası balkonlarını boyardı.
Lojmanlı işleri bilirsiniz. İş biter ama lojmanda kalıyorsanız iş hiçbir zaman bitmezdi. Yakın olduğunuz için ya çağırılırsınız ya da iş arkadaşlarınızı sürekli görmek zorunda olduğunuz, bir süre sonra şiddetini artıran bir bunalıma dönüşür.
Evleri kiraydı. Kirâyı’da Sanal Betçi’de çalışan abisi ödüyordu. Annesi kendisini iyi hissetsin diye yapmıştı. Yoksa biz bu üç artı bir de nasıl otururduk. Abim işe girmeden önce biz Surlariçi’nde tek katlı mezbele gibi bir evde oturuyorduk.
Abimin annem için ev kirâlaması suçunu aklamak istediği bir Anadolu melankolisine benziyordu. Melankolinin karşılığı, babam yapmadı ama ben sana gül gibi bakacağım anne, babam yapmadı ama ben aileme çok iyi bakacağımdı. Küçük Emrah filmi gibiydi.
Zaten el de yok avuçta yok, annede yok babada yok toplumlarda başka ne olurdu. Ya kolaydan köşeyi dönmek isteyeceksin ya da Yılmaz Güney’in dediği şeye dönüşeceksin.
Üniversite’de bir sinema kulübümüz vardı. Bize Yılmaz Güney sineması izletirlerdi. Birgün Yılmaz Güney film çekerken oyuncu çocuklara yaptığı nasihatı izletmişlerdi. İyi hatırlıyorum.
Şöyle demişti Yılmaz Güney;
“İnsanlara, özellikle genç insanlar için çok iyi yaşam koşulları oluşturulması gerekir. Eğer ortam hazırlanmazsa, içinizdeki bu gençlik dinamizmiyle siz ne olursunuz biliyor musunuz? Mafya olursunuz, kabadayılık hastalığına tutulur hapishanelere düşersiniz. Yirmi sene otuz sene. Kiminiz ölür. Kiminiz kurşunlara dizilir. Kiminiz bir kadına hasta olur. Bir genelevin bir barın önünde vurulur. Kiminiz esrar kaçakçısı, kiminiz sigara kaçakçısı olarak kaldırımlarda ölürsünüz.”
Abimin işteki ilk gününü hatırlıyorum. Bir yatırımcıya yatırım tavsiyesinde bulunmuş da, çok beğenilmiş gibi anlatıyordu yaşadıklarını.
Oysa kodaman birisi sizin gibi birisinin hayallerini bir yatırım tavsiyesi olarak dinliyorsa eğer, orada hayallerini gerçekleştirecek bir kahraman değil ancak bir suça kurban aranıyordur.
Dünyada bütün bu yaşadıklarımız, toplumda seyrettiğim bütün hayatlar bana sanki bir suçlu draması, bir türden bir suçlu delirmesini izliyor gibi geliyordu.
Babama göre de ben abimi kıskanıyordum. Kendisi hayatı boyunca hiç çalışmadığı için, benden de sağacak bir para olmadığını anlayınca, abimi sağacak bir inek gibi görüp beni kıskançlıkla suçlamak, onun mahkemesinde yargılanıp cezamı verdiği her an, kendi kendini rahatlatmasına sebep oluyordu.
Valla babamın beni ve annemi dövdüğü sayısız an için, bir an olsun onu affedesim yok. Ölse bir bardak su vermem. Gerçi cennet gibi görünüşlerin oluşması için cehennem gibi varoluşlara ihtiyaç vardır derler ama, babamın varoluşu bende nasıl görünüşler yaratacak bilmiyorum.
O gün işte öyle birgün olmuştu. Kapı çaldı. Polisler gelmişti. O götü yere yakın Halt Ömer aşağıda patrona bir şeyler anlatıyordu. Yanlarında da babam vardı. Babam onlara haklısınız çeksin cezasını diyordu. Polisler beni tutuklamaya gelmiş. Hesaplarda bir karışıklık var diye, Halt Ömer polislere belge vermişti.
Yemin ederim ben bir şey yapmadım bile diyecek zamanım olmadı. Herkes bir olmuş beni içeri tıkmak için çaba sarf ediyorlardı.