Hayat pahalılığı (HP) ve hayat pahalılığı ödeneği (HPÖ) konusunu bu ilk ele alışımız değil, defalarca yazdık. (*)
Buna rağmen, hala daha HP’nin ne olduğu, HPÖ’nün ne olduğu ve nasıl ödenmesi konularında karmaşa sürmektedir.
HP’nin asgari ücret (AÜ) ile de yakın ilişkisi var. O nedenle, HP dikkate alınmadan AÜ tartışması yapmak “havanda su dövmek” anlamına gelir.
HP’nin bir de TL’nin döviz karşısındaki durumu ile doğrudan bir ilişkisi var.
Öyleyse, bu kavramları tek tek ele almakta ve aralarındaki bağıntıyı ortaya koymakta yarar var.
Ama, bundan önce, hem anlatımı ve hem de anlaşılmasını kolaylaştırmak amacıyla farklı bir yol ve yöntem denemek istiyoruz.
Ama, önce biraz önbilgi;
Bildiğiniz gibi, üretim toplumsal bir eylemdir. Üretimin toplumsallığı, bir sürü insan tarafından, üretimin farklı aşamalarında ve farklı oranlarda emek harcanmadan hiçbir ürünün üretilemeyeceğine dayanır. Tam olarak anlayabilmek için herhangi bir ürünü (örneğin bir kurşun kalemi) alın elinize ve düşünün; bu maddenin kullanılacak hale gelebilmesi için kaç tane emekçi emek harcamıştır diye? Yani, bu maddenin ortaya çıkması için kaç tane emekçi emeğini bu maddenin içine yerleştirmiştir? İşte, üretimin toplumsallığı burdan gelmektedir.
Ama, üretimin bir diğer yönü daha vardır; paylaşım/bölüşüm…
Ortaya çıkan değerin nasıl paylaşılacağı kimler tarafından ve neye göre belirlenmektedir?
Bu paylaşım veya bölüşümü belirleyen temel faktör nedir sizce?
Bizce, bu temel faktör mülkiyet ilişkilerinde gizlidir. Gizli sözcüğünü işola kullanmadık, gerçek anlamda bir gizleme çabası söz konusudur. Bu mülkiyet ilişkisi dışında birsürü faktör sıralanıyor adaletsiz paylaşım koşullarını savunmak uğruna; “arz-talep dengesi” bunlardan biridir sadece…
Bu giz perdesini ilk kez kaldıran ve üretimin bu muazzam çelişkisine değinen Karl Marks ve Friedrich Engels olmuştur. Onlara göre üretim toplumsal bir çaba olmasına rağmen, ortaya çıkan değerin sahiplenilmesi bireyseldir. Yani, ortaya çıkan ürünün sahiplenilmesi üretim araçlarının sahibine aittir. O, üretimin nasıl yapılacağına, ortaya çıkan ürünün kaça satılacağına, çalışanlara ne kadar ödeneceğine, çalışanların kaç saat çalışacaklarına, çalışanların işlerine son verilip verilmeyacağine karar veren kişidir.
Denecektir ki, ama yasalar var, kanunlar var… Evet, yasalar var, hem de gereğinden fazla…
Ya gerçek?
İşin gerçeği şu ki; yasalar, başka yasalarla anlamsızlaştırılmakta, işe yaramaz hale getirilmekte (grev hakkı-lock out hakkı gibi), ya da mahkeme süreçleri uzatılıp, emekçiler veya sendikalarının ekonomik direniş gücü kırılarak kavgadan vaz geçiriliyorlar. Bunlarla da yetinmeyip, hala daha mücadeleye devap etme kararlılığı gösterirseniz, sizi içten bölmek için türlü türlü taktikler devreye sokuluyor ve işçiler bölünerek (kamuda çalışan işçiler-özel sektörde çalışan işçiler, memur-işçi vs vs…) etkisiz hale getiriliyor. Bunlar da yetersiz kalınca devletin kolluk güçleri (polis-itfaiye-çevik kuvvet vs vs…) devreye sokuluyor…
Tüm bunlar nasıl gerçekleşiyor? Yani, tüm bunların gerçekleşmesini sağlayan nedir?
Tüm bunları olanaklı kılan, üretim araçlarının bireysel mülkiyet olmasını sağlayan ve kutsayan ekonomik ve siyasal sistemdir. Yargının da, güvenlik güçlerinin de, sermaye örgütlerinin de parçası olduğu bir sistem…
Yani, bir yanda sermayedarlar (yargısı, güvenlik güçleriyle, medyasıyla vs…), diğer yanda gerçek üreticiler; işçiler ve emekçiler…
Yani, bir yanda gücü elinde tutan, üretmeyen, başkalarının emek gücü üzerinden zenginleşen küçük bir azınlık, diğer yanda üreten ama ürettiğine sahip çıkamayan, sürekli yokluk ve yoksullukla mücadele eden büyük bir çoğunluk…
Bildiğiniz gibi, toplumlar üretim ilişkilerinde aldıkları yere göre farklı sosyal sınıflara ayrılmaktadırlar. Kapitalist üretim koşullarında toplumlar temel olarak iki sınıfa ayrılırlar; sermaye sınıfı ve işçi sınıfı…
Bir de, sermaye sınıfının sözcülüğünü yapan, sermayenin çıkarlarını gözeten ve sürekli besleyen burjuva yasa ve kurallarla donanmış, kaba gücü kontrolüne almış burjuva devlet var.
Yani, bir yanda burjuvalar, diğer yanda işçiler…
İşte, üstte vurguladığımız ve tek tek ele alacağımızı söylediğimiz bütün o kavramları kimin gözünden ele alacağımız meselenin özünü teşkil etmektedir.
Biz, bütün bu kavramları işçiler ve emekçiler gözünden görmeye, izah etmeye ve çözüm önerilerimizi ortaya koymaya çalışacağız.
Bu durumda HP nedir?
HP, en basit anlatımla, hayatın eskiden olduğundan daha pahalı hale gelmesidir. Yani, bir işçinin bir aylık maaşının 100 TL olduğunu varsayalım. Bu maaşının “alım gücü” 100 TL olacaktır, değil mi? Yani, satın alabileceği toplam mal ve hizmet 100 TL’dir. Bu rakamın üzerine çıkmak durumunda kaldığında borçlanmak, altında kalmayı becerdiği takdirde de tasarruf yapmak durumunda olacaktır.
Bir ay sonra, önceden 100 TL’ye satın alabildiği mal ve hizmetlerin toplamı 110 TL’ye çıkmışsa, hayat %10 yükselmiş, ya da işçinin alım gücü %10 gerilemiştir demektir.
İşte bu yükselişe HP denir.
Tamam da, kimdir bu hayatı %10 pahalı yapan?
Bu, sermaye sınıfı ve/veya devletten başkası değildir.
Çünkü, sermaye sınıfı sattığı mallara, veya devlet verdiği hizmetlerin toplam fiyatına (vergi, harç vs) toplamda % 10 oranında zam yapmıştır.
Yani, sermaye sınıfı bir önceki ay sattığı malların, veya devlet bir ay önce verdiği hizmetlerin toplam karşılığı olarak 100 TL alırken, bu ay 110 TL alacak.
Peki, işçi sınıfı n’olacak? 100 TL almaya devam mı edecek? Evet!
sermaye sınıfı ve devlete sorarsan işçi sınıfının maaşında bir düşüş yok; geçen ay da 100 TL alıyordu, bu ay da 100 TL alacak. Evet ama, geçen ay 100 TL ile 100 TL’lik mal ve hizmet satın alabiliyorken, bu ay bu aynı 100 TL ile sadece 90 TL’lik mal ve hizmet alacak.
işçi sınıfı bunu ancak çarşı-pazara ve vergi dairesine uğrayınca farkedecektir. Mal ve hizmet satın almadan, cebindeki 100 TL’lik maaşının aslında 90 TL’ye indirildiğini anlayamayacaktır.
Bu noktada işçi sınıfı, bu %10’luk kaybının telafi edilmesini istemeye başlar. işçi sınıfı, geçen ay çalıştığından daha az çalışmadığına göre, niye daha az alsın? işçi sınıfının maaşına %10 bir artış yapılmalı.
İşte buna da, HPÖ denir.
İş HPÖ meselesine gelince ortalık iyice karışmaya başlıyor. Hem sermaye sınıfı, hem de devlet ve hatta kendilerini işçi sınıfının savunucusu olarak lanse eden sözde işçi temsilcileri, ortaya çıkan HP’nin sermaye sınıfı ve devlet ile hiçbir bağı olmadığını, hatta onların da mağdur olduklarını işçi sınıfına kabullendirmek için binbir “takla atmaya” başlarlar. Utanmasalar, HP’yi işçi sınıfının yarattığını iddia edecekler…
Sonuçta, belirli aralıklarla biriken HP’yi, HPÖ olarak işçi sınıfına geri ödemeyi kabul ediyorlar. Ama, bu HPÖ hiçbir zaman gerçekleşen HPoranında olmuyor ve böylelikle işçi sınıfının “alım gücü” sürekli bir şekilde düşmektedir. HPaylık olarak belirlense bile, HPÖ en erken 6 ay sonra ödendiğinden kayıp hiçbir zaman tam olarak karşılanmıyor. Çünkü, işçi sınıfı ortaya çıkan HP nedeniyle düşen “alım gücünü” kapatmak için borçlanmak zorunda kalıyor ve faiz ödüyor. devlet, işçi sınıfının en ufak gecikmiş ödeneğine (her türlü vergi ve harçlara) “gecikme zammı” uygularken, işçi sınıfının alacağı olan HPÖ’ye “gecikme zammı” uygulamıyor. Üstelik de, HPÖ’nin verilmesinin hemen ardından “iğneden ipliğe” her şeye tekrardan zam yapılarak yeni HP yaratılıyor.
Yazının başlarında HP’nin AÜ ile bağı olduğunu vurgulamıştık. Bu bağdan önce AÜ’nün ne olduğuna bakalım.
Bakın KKTC Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı sayfasında AÜ nasıl tarif ediliyor:
Asgari ücret nedir?
İşçilere normal bir çalışma günü karşılığı olarak ödenen ve işçi ile eşinin ve üç veya beş çocuğunun yeterli beslenme, sağlıklı konut, giyim, aydınlatma ve ısıtma, ulaşım, çağdaş düzeyde sağlık servisi, eğitim, kültür, dinlenme, eğlence ve benzeri temel gereksinmelerini geçerli fiyatlar üzerinden karşılamaya yetecek miktardır.”
Bak sen, “normal bir çalışma günü karşılığı” ne demektir? Açıkça yazsanıza “8 saatlik bir çalışma günü karşılığı” diye!
Olmaz, yazamazsınız!
Yazarsanız, işçilerde bunun, 8 saatten fazla çalıştırılmaları durumunda maaşlarının AÜ’den fazla olması düşüncesini itiraf etmiş olacaksınız…
Yazarsanız, AÜ karşılığı haftalık ücretin 40 saat karşılığı olduğunu, Cumartesi çalıştırmanın ek ücrete tabi olması gerektiğini itiraf etmiş olacaksınız…
Yazarsanız, bakanlık müfettişlerinin işyeri denetimlerinde işçilerin bu konulardan haberdar olup olmadıklarını da denetlemelerini teşvik etmiş olacaksınız…
Çok şey istiyoruz, değil mi?
Halbuki siz, AÜ belirlerken de, “istihdam politikaları” oluştururken de, “kayıtsız çalışma”dan bahsederken de, sermayeden yana politikalar ve uygulamalar devreye sokma konusunda oldukça beceriklisiniz.
Siz, ülkeye öğrenci adıyla giren ve “ucuz emek” olarak kullanılan, “güvencesiz çalışma” koşullarına zorlanan binlerce Afrikalının varlığından habersiz olamazsınız.
Tüm kayıtlar elinizde, KKTC sınırları içinde, özel şirketlerde ve taşeron firmalar eliyle belediyelerde çalıştırılan Afrikalı çalışan sayısını ve statülerini açıklayın.
“işçi ile eşinin ve üç veya beş çocuğunun …“ cümlesi, yazanların ve uyguladığını iddia edenlerin ciddiyetsizliğini ve sahtekarlığını ortaya seren bir cümledir. Bekar bir işçi ile evli bir işçinin, evli bir işçi ile bir çocuk sahibi bir işçinin, iki çocuk sahibi bir işçinin, üç çocuk sahibi bir işçinin, dört çocuk sahibi bir işçinin ve nihayetinde beş çocuk sahibi bir işçinin sayılan “temel gereksinimleri” aynı mı?
Belirlediğiniz “AÜ” tek başına bir işçinin bile bu saydığınız “yeterli beslenme, sağlıklı konut, giyim, aydınlatma ve ısıtma, ulaşım, çağdaş düzeyde sağlık servisi, eğitim, kültür, dinlenme, eğlence ve benzeri temel gereksinimlerini …” karşılamaktan uzakken, siz utanmaz burjuvalar, evli ve 3-5 çocuk sahibi işçilerin temel gereksinimlerini karşılayan bir AÜ ödediğinizi iddia edebiliyorsunuz…
Gelin şimdi de, HP’nin döviz kurları ile olan bağına bakalım.
Bakın, AÜ son 6 yılda TL olarak hangi oranlarda artmış ve bunun döviz karşılıkları (13 Temmuz 2023) ne olmuş…
Yıl | Brüt asgari ücret TL | Euro | Sterlin | Dolar |
2017 | 2.176 | 541 | 474 | 617 |
2018 | 2.620 (+444) | 342 (- 199) | 306 (-186) | 399 (-218) |
2019 | 3.400 (+780) | 532 (+190) | 482 (+192) | 585 (+186) |
2020 | 3.820 (+420) | 574 (+42) | 479 (-17) | 623 (+38) |
2021 | 4.970 (+1.150) | 498 (-76) | 425 (-54) | 589 (-34) |
2022 | 9.885 (+4.915) | 565 (+67) | 478 (+53) | 571 (-18) |
2023 | 18.103 (+8.218) | 620 (+55) | 530 (+52) | 692 (+121) |
Görüleceği gibi, AÜ TL olarak, birinci yıl (2017-2018) 444, ikinci yıl 780, üçüncü yıl 420, dördüncü yıl 1.150, beşinci yıl 4.915 ve 2023 yılında da 8.218 TL armıştır. Altı senede 15.927 TL artmıştır. Yani altı senede AÜ TL olarak yaklaşık yedi katına çıkmıştır.
Peki, döviz karşısında AÜ nasıl bir seyir izlemiştir?
AÜ 2017 yılında 2.176 TL idi ve bu parayla 541 Euro, 474 STG ve 617 ABD Doları alabiliyorken; 2018 yılında AÜ TL olarak 444 TL artmış olmasına karşın, bu parayla 342 Euro, yani bir önceki yıla göre 199 Euro veya 306 STG, yani bir önceki yıla göre 186 STG veya 399 ABD Doları, yani bir önceki yıla göre 218 ABD Doları daha az alabiliyordu.
Yani AÜ’lü işçiler 2018 yılında, 2017 yılına göre daha az sadece Euro/STG ve ABD Doları değil, ama aynı zamanda daha az ekmek, daha az yakıt/elektrik ve gaz vs vs alabiliyordu. Yani işçi sınıfının alım gücü TL olarak AÜ artmış olmasına rağmen gerçekte düşmüştü.
2019’da noldu?
2019 yılında AÜ TL olarak 780 TL artarak 3.400 TL’ye çıkmıştır. Bir de dövize bakalım: Euro 190 Euro artarak 532 Euro’ya çıkmıştır. Buna rağmen, 2017’deki 541 Euro’nın 9 Euro altında kalmıştır. Ya sterlin? Sterlin 192 STG artarak 482 STG’ye çıkıyor, 2017’den sadece 8 STG daha çok STG yapıyor 2019’un AÜ’sü… Bir de ABD Dolarına bakalım; AÜ 2018’de 399 ABD Doları yaparken, 2019’da 186 Dolar artarak 585 ABD Dolarına çıkıyor. Buna rağmen bu rakam 2017 AÜ karşılığından tam 32 ABD Doları aşağıda kalıyor. Yani, AÜ’lü bir işçi 2017’de maaşı karşılığında aldığı ABD Dolarından 2019’da tam 32 dolar daha az alıyor.
Yani işçi sınıfı 2019 yılında, 2017 yılına göre daha az sadece Euro ve ABD Doları değil, ama aynı zamanda daha az ekmek, daha az yakıt/elektrik ve gaz vs vs alabiliyordu. Yani işçi sınıfının alım gücü TL olarak AÜ artmış olmasına rağmen gerçekte düşmüştü.
Diğer yılları da siz hesaplayın.
Bir de, 6 yıllık seyrine bakalım dövizin; 2017’de AÜ 541 Euro alırken, 2023 yılında, yani altı yıl sonra 55 artarak 620 Euro’ya çıkmıştır. Altı yılda TL yaklaşık yedi kat artarken, döviz olarak sadece 55 Euro, STG olarak sadece 56 STG ve dolar bazında da sadece 75 ABD Doları artmıştır.
işçi sınıfının çoğu yıllar “alım gücü”ndeki kayıplarını bu altı yıl sonra aldığı döviz bazındaki artışların karşılaması mümkün değildir. Bu göstermelik artışlar, diğer yılların borç faizlerini bile karşılamamaktadır. Bu nedenle işçi sınıfı sürekli bir şekilde yokluk ve yoksulluğa sürüklenmektedir.
Peki, bu koşullarda sermaye sınıfının durumu nasıl seyretmektedir? Aynı memlekette yaşayan sermaye sınıfı için de aynı koşullar geçerlidir demek, sahtekarlığın dik alasıdır. Neden mi? Birincisi, sermaye sınıfı TL’nin değer kaybetmesinden zararlı değil, bilakis karlı çıkmaktadır. O, malını döviz artışlarına endekslemiş durumdadır. Döviz istediği kadar artsın, sermaye sınıfı malının fiyatını ona göre belirlemektedir. Hatta, eski fiyattan alıp depoladığı mallarını bile işçi sınıfına yeni fiyattan satarak karına kar katmaktadır. HP nedeniyle sürekli düşen AÜ ödeyerek altı ay boyunca işçi sınıfına harcadığı maaş giderini de sürekli aşağılara çekmektedir. Bu da yetmez, devlet sermaye sınıfına kıyak geçip, ona vergi indirimleri, “İstihdam teşviki” ya da “yerli işçi” çalıştırması karşılığında sermaye sınıfının yapmakla mükellef olduğu bazı yatırımların bir kısmını kendi yatırarak onu daha da semirtmektedir. AÜ masasında sermaye sınıfı ile el ele vererek işçi sınıfının minimum bir yeni AÜ alması için canını dişine katmaktadır. Bu kanuda, sözde işçi sınıfı temsilcisi sendika ağalarının payını da unutmamalı.
Bütün bunları dikkate alarak, şu sonuçlara varmamız kaçınılmaz oluyor:
- HPkendiliğinden oluşan bir şey değil, sermayedarların aç gözlülüğü, maksimum kar hırsı ve devletin sermayedarlar lehine uyguladığı ekonomi politikalarının doğal sonucudur.
- HPÖ bir maaş artışı değil, oluşan HP’nin bir kısmının geri verilmesidir.
- HP işçiyi etkilediği gibi, sermayedarları da olumsuz etkilemez. Tersine, mallarına zam yapma fırsatı verdiği ve işçi giderlerini gerçek olarak düşürdüğü için bundan olumlu yönde etkilenir ve daha da çok kar yaparlar.
- TL’nin değer yitirmesi, ücret ve maaşlı çalışanları etkilediği gibi, sermaye sınıfını olumsuz etkilemez. İşverenler, ithal ettikleri veya ürettikleri malların fiyatını dövize endekslediklerinden karlarından hiçbir şey yitirmezler, hatta karlılıklarını artırırlar.
- TL’nin sürekli değer kaybı karşısında maaş ve ücretlerin de dövize endekslenmesi şarttır. İşçi ve emekçiler bunun gerekliliğini kavrayıp bu uğurda sendikalarını mücadeleye sevketmeleri ve örgütlü bir mücadele ortaya koymaları elzemdir.
- Maaş politikalarındaki kamu-özel sektör arasındaki farklılık ortadan kaldırılmalı, AÜ kamudaki başlangıç maaşına eşitlenmelidir.
- Hiçbir mücadele yöntemi mutlaklaştırılmazken, aynı şekilde peşinen reddedilmemelidir. Kıstas sınıf mücadelesine hizmet edip etmeyeceği olmalıdır. Ekonomik mücadele ile siyasal iktidar mücadelesinin, sınıf mücadelesinin iki temel mücadele şekli olduğu bilince çıkarılmalıdır.
- İşçilerin, sermayenin azgın sömürüsü ve devletin her türlü dalavera ve baskısı karşısında örütlenmek ve sınıf olarak hareket etmekten başka çareleri yoktur.
İşçi sınıfı, yaşam koşullarını iyileştirme mücadelesini ihmal etmemelidir. Ama, toplumlar tarihi göstermiştir ki; işçi sınıfı kendi sınıf iktidarını kurma mücadelesi vermeden kurtulması mümkün olmayacaktır.
“Proleterlerin zincirlerinden başka kaybedecek bişeyleri yoktur. Kazanacakları bir dünya vardır.
Bütün ülkelerin işçileri birleşiniz!”
(*) Alttaki linklerden önceki yazılarımızı okuyabilirsiniz.
https://gazeddakibris.com/bir-asgari-ucret-mizanseni-mustafa-onurer/
https://gazeddakibris.com/ubp-dp-azinlik-hukumetinin-asgari-ucret-sevdasi-mustafa-onurer/
https://gazeddakibris.com/sermaye-mi-emek-mi-mustafa-onurer/