Kıbrıs’ta siyaset, büyük laflarla küçük cesaretlerin buluştuğu bir sığınaktır. “Hassasiyet”, “ciddiyet”, “eşitlik”, “toplum iradesi” kavramları dillerden düşmez.
Gerçek bir riske gelindiğinde ise herkes bir anda suskunlaşır.
Bazı kadın siyasetçiler bunu özellikle çok iyi yapar.
Diğer tarafta, erkeklerin çizdiği siyasal çerçeveler de ortadadır: Türkiye’nin garantörlüğü, tek taraflı müdahale hakkı, Doğu Akdeniz’deki çıkarları, askeri varlık, dış politikada Ankara’dan icazetsiz adım atmama…
Bu kadar. That’s it.
Bu çerçevenin dışına çıkan tek bir cümleye, tek bir riske, tek bir itiraza yer yoktur.
Olamaz.
Hal böyleyken, Kıbrıs Cumhuriyeti Türkiye’yi masaya davet ettiğinde, bir Kıbrıslı Türk “lideri” neye dayanarak şikayet edebilir?
“Eşit muhatap benim” demenin bir anlamı mı kalır bu noktada?
Eşit de olamaz, muhatap da.
Bir kişi kendini Kıbrıslıtürk toplumunun lideri gibi değil de Türkiye’nin yerel diplomatı gibi konumlandırıyorsa, bütün söylemleri bunu gösteriyorsa, Hristodulidis’in de doğrudan Ankara ile konuşmasına şikayet ve itiraz etme “hakkı” olmamalı, değil mi?
Hangi hak, bu sıradaki hangi haktan hak doğurma halidir ama?
Öncekilerden farklı bir şey olmayacaksa, o zaman sormak zorundayız:
Neden ihtiyacımız var size?
Türkiye Cumhuriyeti, “garantör” olduğunu anımsayıp, Kıbrıslı Rumların da garantörü olduğunu hatırlamış olmalı.
Diplomatlığa da gerek kalmayacaktır böyle olunca.
“Şartlar”, “dengeler”, “gerçekçilik” söylemleri tam bir fasa fiso haline gelecektir.
Dengeler dağılacak, gerçeklikten saçılan, sarpa saran bu yanılsama bitecektir…
Her şeyin bir anda alevlenip sönmesi gibi, biz de tükeneceğiz, aracı olma görevi de sonlanacak.
İşte tam da bu noktada, kendini “hassas”, “duyarlı”, “kadın” “eşit” kimlikleriyle pazarlayan ama güce karşı tek bir kelime edemeyen erkekler ve erkek gücüyle kadınlıklarından utandıran figürler devreye girecek…
Dengeler korunacak elbet…
Kadın olmak, her koşulda yumuşak konuşmak değildir çünkü, bunu bilirsiniz.
Kadın olmak, erkek egemen siyasetin dilini süsleyip yeniden sunmak da değildir, bunu da çok iyi bilirsiniz.
Kıbrıs’ta bazı kadınlar, kadınlıklarını bir direnç alanı değil, bir kapama alanı olarak kullanıyor.
Suskunluklarını “olgunluk”, korkularını “sağduyu”, teslimiyetlerini “gerçekçilik” diye pazarlayanlar kadınlardır bunlar.
Erkek egemenliğine çalışanlar…
Güç karşısında susup, zayıfa karşı yüksek sesle ahlak dersi veren kadınlar…
Kaldıysa öyle bir toplum hala, Türkiye ve büyük güçler karşısında tek bir cümle kuramazken, Kıbrıslıtürk toplumuna yalanlar söylemeyi meslek edinenlerdir.
Erkek egemen aklın çizdiği sınırları sorgulamak yerine, o sınırların bekçiliğini yapmak da bazen bu çağda kadın olmanın gereklerini yerine getirmektir.
Böyledir bu işin raconu.
Bir noktadan sonra bu algı hakimiyeti bir kadın–erkek meselesinden çok bir cesaret meselesine dönüşür.
Kadın kimliğiyle siyasette var olup erkek egemen anlayışı normalleştirmek, hatta bunu bir erdem gibi sunmak, yalnızca siyaseti değil kadınlığı da kirletendir.
Çünkü kadınlık; susarak değil konuşarak, razı olarak değil itiraz ederek, aracı olarak değil özne olarak anlam kazanır.
Bugün Kıbrıs’ta sorun, kimin masada olduğu değil; kimin içi dolu, farklı ve denenmemiş bir yolda yürümeye niyeti olup olmadığıdır.
Bu “hassas” kadınlar ve erkekler, o masada yalnızca sandalyeyi doldururken, sözü ve gerçekliği ise en küçük bir utanç duymadan kapatanlardır.
Unutulmamalıdır ki, İcabında, gün gelir, aldatan kadın ve erkekler de aldanır…

