Dağ gören beyazlıkta bir kulübe vardı. Bu kulübede iki silah, iki yatak, küçük bir mutfak ve de zar zor yanan bir tüp vardı, ancak sadece bunlar olmayacaktı. Arada bir girip çıkan gölgeler, karın havadaki dansı, gıcırdayan bir kapı, ulumalar, sessizlik. Burası hem rüya gibi huzurlu hem de gerçek gibi aldatıcıydı, sıkıcıydı. Gölgeler konuşur, kapı dışarıya yetiştiriverir, kar taneleri ise dinler, başka yerlere savrulurdu. Öylece tek başına bir kulübeydi. Zaten çokluk avcılar kullanırdı. Avcılar oracıkta kaybolurcasına saatler günler geçirir, kar gökyüzünde dans eder, savrulur gider, kurtlar duyulur, sabah olur, geyikler aranır, silahlar ateşlenir, rüzgar kapıyı iter, kapı konuşur durur, derin bir sessizlik olurdu. Avcının adı Muzaffer idi. O da diğerleri gibi silahını alır, ava çıkar, kulübeye geri döner, dinlenir, uyanır, uzaklaşır, avlanırdı. En çok da geyik avlardı, ancak geyikler işi zorlaştırır, kaçıp dururdu. Geçmiş de kaçıp giden bir geyik gibiydi, farksızdı. Çünkü ikisi de çoktan uzaklarda, çok uzaklarda olurdu.
”Av”
– Ava gelmeyi düşünün be Muzaffer? Hem fazladan geyik de alın, borcumdu, hatırlan? Hem boş boş oturman, eyidir. Küçük oğlan da isterdi, değil? Çocuğu götür, alıştır da öğrensin. Ne gadar erken o gadar eyidir, gardaş.
Belirsiz bir bakış attı, kafasını salladı:
– Bir da yeni silahla çıkacan? O yavru bir teper bin teper, ona göre. Benim için değil da bizim yeğen hiç görmedi, bilmez. Lüzum zordan başlasın ki hızlıca öğrensin, anlasın, dayısı gibi olsun.
Düşünceli gibi öylece yere bakıyor, çizmeleriyle karı eziyordu:
– Bak sen hazır buraşdaykan silahı iki tayka göster da bir da orda uğraşmayasın. Bakma öğreneceğini pek zannetmem, ama belli mi olur, belki hoşlanır, bir daha ister, daha çok ister… Tabii alışması eyi midir bilmem. Saatlerini harcan, geyik görün, nişan alın, vuraman, geri dönen, ertesi gün devam eden, gene bir şey yok, hiçbir şey yok, asap bozan rüzgar var ve o gadar; kazandığın da nedir, hiçbir şey. İmanım gevredi bir geyik yüzünden, ama en eyi yaptığım iş da budur, gardaş, bilin zaten. En eyi yaptığım iştir ki senin da öyledir yoksa burda ne işin var. Her gece dinlenirken duyduğum ses, sadece kurtların sesidir. Başka ses duymayı beklemem da canımı sıkar, asaplarım bozulur. Gene da avcılık budur, herhalde. Bir doğa bir da sen. Başka kimse yok. Silahın ve avın, o gadar. Bir da ömründen gidecek taykalar… Neysa sen bir denemesine izin ver, beytambalı. Biceez vursun da iki güne kalmadan bıkar, usanır, alın geri.
Yaşlı bir adam,
hatıraları seyreden
ömründeki hatıraları izleyen
yaşlı bir adam
bir de
siyahlığa bakan
bir gölge
Ay uyanmış, Güneş ise yeni uyumuştu. Kurtlar uluyor, geyikler dileniyor, kar yağıyordu. Mevsim yine kışa dönüyor, Muzaffer karı seyrediyor, savruluyor, daha çok üşüyor, daha sıkı giyiniyordu. Sanki her yer yaşlanmış, beyazlamış, kararmıştı. Sigara yakmış oturuyor, kapının gıcırdayışını duyuyor, kafasını çeviriyor, karın dansını seyrediyordu. Aynı şey çoktan yaşanmış gibiydi. Çünkü dün gibi sıkıcıydı. Sigarayı bırakmış, beyazlığa bakakalmıştı. Oğlu bir geyiğin yanında uzanmış, hareket etmiyor, öylece duruyordu. Donup kalmış, iyice şaşırmış, gözlerini açıp kapıyor, tekrar bakıyor, yine oğlunu görüyordu. Bir anı mı yoksa bir rüya mıydı, emin değildi. Hiçbir şey anlamamıştı:
– Uyanmadın daha? Mermini kontrol et, hazırlığını yap. Hade yap da birazdan çıkalım. Güneş uyandı mı sen da uyanacan yoksa bir bakan ki her şey uçup gitti, elinde silahla bakagalın oturun oturduğun yere ve duyduğun ses, kurtların sesi olur. Ancak gave içer, kurtları duyar, sıkılır durur, usanır, gaçıp giden. Gerçi sıkılmak da eyidir, ama avcı için değil. Sesi duydun mu anlaycan ki geciktin, av ise kaçıp gitti uzaklara. Av avcının hayatıdır, amacıdır. Büyü da anlan.
”Yavru”
Oğlu silahı hazırlarken tetiği çekti, ses kulak çınlattı, her şey sessizleşti, karardı, sustu, sesler kesildi ki çocuktan da ses gelmiyordu. Bir tek kar taneleri vardı, görülen; bir de savurup duran rüzgar kalmıştı, duyulan:
– Mermini kontrol etmedin.
Beyazlığı seyrediyordu ki silahını hazırlamış, mermileri saymıştı. Çünkü av vakti yaklaşıyordu. Kulübeden ayrıldı, ormana daldı, kendini rüzgara bıraktı, uzaklaştı; ilerledi, durmadı, daha da ilerledi, yine durmadı, devam etti, saatler geçti, vurabildiğini vurdu, toplandı, geri döndü. Kulübenin önüne bakıyor, karı seyrediyor, uykusu geliyor; kapı gıcırdıyor, kar yağıyor, kurtlar uluyordu. Her şey eskisi gibiydi. Eskisi gibi geçip giderdi:
– Ava gelmeyi düşünün be Muzaffer? Hem fazladan geyik de alın, borcumdu, hatırlan? Hem boş boş oturman, eyidir. Küçük oğlan da isterdi, değil? Çocuğu götür, alıştır da öğrensin. Ne gadar erken o gadar eyidir, gardaş.
Dağ gören beyazlıkta bir kulübe vardı. Bu kulübede iki silah, iki yatak, küçük bir mutfak ve de zar zor yanan bir tüp vardı, ancak sadece bunlar olmayacaktı. Arada bir girip çıkan gölgeler, karın havadaki dansı, gıcırdayan bir kapı, ulumalar, sessizlik. Her şey aynı, fakat dün gibi acı vericiydi.
bir gölge,
hatıraları seyreden
ömründeki hatıraları izleyen
bir gölge
bir de
beyazlığa bakan
yaşlı bir adam