Sırbistan sınırı. Ter içinde… Telleri kesti, karanlık.
Çıplak.
Asfalt bir yol. Yüzleri yere yapışık. O çıplak adamların yanında giyinik adamlar.
Ölüler çıplak olur bir de yeni doğan bebekler ebenin ellerine çıplak gelirler. Sonra hemen bir beze sarılırlar sonrası ya hazda soyulurlar ya da böyle gayri iradi… Hangi durumda gayri iradi soyulur insan?
İşkencede!
O fotoğraflara izin verdiler ki dünya alem Kürdün teşhirini görsün.
DAİŞ korkuyu böyle örgütledi. DAİŞ’in yaptığını siyasi parti kılığında Türkiye’yi yöneten AKP ismindeki çete yapıyor.
Nusaybin Caddesini hızlı adımlarla geçti. Cudi Mahallesi Bostancı sokağının başında sendeledi. Sırtında bir acı hissetti, durdu. Top sesleri arttı. Başı döndü.
Gün ağarmıştı. Yıkıntıların içinde 23 numaralı eve doğru yürüdü.
6-7 basamak aşağıya indi. Artık kapısı olmayan bodruma girdi.
İs… Yanmış et kokusu… İnsan kemikleri… Ağlama, feryat…
Mehmet Tunç’un “Sessiz kalırsanız buradaki ölümlerden siz de sorumlusunuz” sesi gırtlağında doldu.
Nefessiz kaldı…
Kendisini parkın kapısından can havliyle dışarı attı.
Ambulans sesleri artmıştı. Aligöl Caddesine nasıl çıktığını anlamadı. Yalnızdı. Arabaları yarıp geri koştu.
Parkın içine girdi… Üç dakika önce halay tuttuğu arkadaşları kanlar içinde yerdeydi. Polen’i gördü… Ezgi’nin başucuna çöktü. Saçlarını okşadı. Nabzı durmuştu.
Eğildi, yüzünü öptü.
Nefes nefeseydi. Macaristan sınırına girmişti. İnsan sesler duydu, çöktü.
Bekledi.
Yerlerdeki insan ölülerinden yürüyemedi. Gar’ın kapısına baktı.
Dakikalarca durduğu yerden kımıldayamadı. Yanındaki adama eğildi. “Ali” dedi. Ses yoktu. Ali’nin yere düşmüş gözlüğünü aldı, sildi.
Gün ağarıyordu. Biraz daha yürüdü. Yağmur düşmeye başladı. Şiddeti arttı…
Birlikte içtiğimiz rakı, yediğimiz gaz ve astım krizleri…
Yağmur bir felaket gibi.
Köpek seslerini duyunca korktu, sınır bekçilerine daha yakındı, hızını arttırdı.
Zayıf cılız bir köpek gördü. Köpek, cezaevi molozlarının arasından bulduğu bir insan kolunu cadde kenarına bırakarak kaçtı.
Kolu aldı. Parçalanmış ve çürümüştü. Tv’lerde kopan kolun hikayesini izlemişti. Hastaneye koştu.
Veli ameliyattan çıkmış günlerdir sedyede tek koluyla yatıyordu.
Ancak kol ölmüştü…
Yıllar sonra tek kollu Veli’yle Yüksel’de karşılaştı.
Devlet ekmeğini almıştı. Nuriye ve Semih’in açlığına ortak oldular.
Aylardır aç. Tek kişilik hastane/cezaevi hücresi…
Yol bitmiyordu.
Perişan bir haldeydi…
Artun Siyah, Yüksel Caddesinden Konur’a dönerken ablukadaki İnsan Hakları Heykeli’ni gördü.
Elindeki iki gülü bariyerlerin arasına bıraktı. Sanki günlerdir yürüyordu. Yenilmişti.
Hiç çalışmamış bir bedenin ilk iş gününde balyozla duvar yıkması gibiydi.
Yalnızlık ve bıkkınlık içinde bir saatlik yol ona üç günlük gibi gelmişti.
Fena yenildik. Çok fena… Oysa Sur aynı Sur, Yüksel aynı Yüksel çocuklar aynı çocuklar.
Duygular ise çok farklı, insanlar da…
Mehmet ile, Ali ile, Polen ile birlikte fena yenildik…
Yobaz bir azınlığın katmerli zorbalığı ve suskun bir çoğunluğun umursamazlığı ile yenildik.
Bir de at gözlüğümüz, kitaplardan çakma duruşumuz…
Maximilan’dan beri bıkmadan denedik, hep yenildik.
Sen yine dene, daha güzel yenil!
Taştan dar sokakları yürüdü.
Dağkapı’yı geride bırakmıştı. Tahir Elçi’nin son kez nefes aldığı dört ayaklı minareyi görmek istedi, sokak kapalıydı. Keçi Burcu’na çıktı. Hevsel’e baktı, Dicle eski zamanlardaki gibi akıyordu. Sur taşlarına oturdu.
Oturduğu Surların çevrelediği kuçelerden yükselen Çiyager’in sesini duydu:
“Sonuç ne olursa olsun muhteşem olacaktır”.