Covid 19’un yarattığı olağandışılık ve beraberinde getirdiği “stayathome” (Evde Kal) günleri, olağan olanı, hani o dönmeye pek hevesli olunan ‘normal hayat’ kavramını sorgulamaya olanak tanıdı. Her birimizin bir şekilde ve bir yerinden eklemlendiği ‘normal’ içinde bir virüs üreyiverdi ve n’apıcaaz diye kıvranmaya başladık.
Virüsün neden ortaya çıktığı, bir önceki yazıda değinmiştik, bir yana; virüsle nasıl baş edileceği sorusu ve bu soru çerçevesinde hükümetlerin tercihlerinin ve tedbirlerinin, siyasi, dolayısıyla sınıfsal bir bağlamı olduğunu söylemek mümkün.
Türümüzün doğayla kurduğu çarpık ilişki içerisinde üreyen bu virüs, vizesiz tüm dünyada seyahat edebiliyor, ülke, sınır, dil, din, makam, titr, pozisyon, cinsel yönelim falan sallamıyor, tıpkı para gibi elini kolunu sallaya sallaya dolanıyor. 65 yaş üstüne biraz daha acımasız davransa da, eşitlikçi bir davranış paterni izliyor olduğu söylenebilir.
İlk yayılma sonrası hükümetlerin aldığı tedbirler, o toplumun devletinin ne ölçüde eşitlikçi olduğu, siyasetini hangi temellere dayandırdığı ve yakın durduğu sınıfsal kökenlerle ilgili bilgi veriyor. Mevcut toplumsal sistem içerisinde, açık açık ifade edilmese de, hiçbir ülkenin başat gündem maddesi insan sağlığı değil, ‘bir an önce normal hayat’a dönelim’ yöneliminden başka bir şey olamıyor. Hiçbir ülkenin aşı bulunana dek sınırlarını kapatıp cenin pozisyonunda bekleyecek bir planı olamayacağından, bu yönelimin mecburi istikamet olduğunu söylemek mümkün. Nitekim “ne de tatlı globalleşmiştik, ulus devletler yine mi hortluyor” sorusu tarihin çöp sepetine çoktan atıldı bile ancak, virüs sayesinde milliyetçiliğin ve kapitalizmin ürünü olan ulus devletlerin pandemide, maske, sosyal mesafe ve dezenfektan üçlemesinden başka hiçbir rasyonel davranış sergileyemediğini ve öneremediğini hep birlikte izledik, izliyoruz.
Kıbrıs’ın kuzeyinde de 1 Temmuz itibarı ile, sınırları açtık ve döndük ‘normal’e. İkinci dalga da bağıra bağıra geliyor işte. Bile isteye yarattığımız o ‘normal’ içinde mülteciler dilimizi anlamaları beklenerek dur emrine uymadı diye vuruluyor, nefes alamıyorum diye diye kafasına basılıp öldürülüyor başka biri başka dünyanın başka bir ülkesinde.
Kuvvetle muhtemel, önümüzdeki yüzyıllarda sınırlar farklı çizilmiş olacak lakin deneyimliyoruz, doğa sınır tanımıyor. Bordo kravatlı müstehzi gülümsemeli Bakan yağmur yağdıramayacak, Türkiye’den de yağmur yardımı gelmeyecek, bunu biliyoruz. Tiyatro mahkemelerimizde virüsü yargılayamayacağız, mahkum edemeyeceğiz. ‘Araya BM temsilcisini mi soksak’ yaklaşımı da beyhude bir çaba olacak. Yeni Cumhurbaşkanı da virüse vize uygulayamayacak, bunu da biliyoruz.
Sınırlar ile, hukuk ile, siyaset ile, bakanlar kurulu kararları ile yapamayacağız asıl yapılması gerekeni. Silahlar, füzeler, 20 Temmuz kutlamaları asıl gündem öyle mi… Bilim insanları önümüzdeki on yıllarda su ve hava bulamayacağımızı söylüyorlar. Bakalım su ve gıda bulamayan yığınlar nasıl çizecek sınırları. Tüm sınırları sorgulamak yerine reel politik bir zevzeklik içinde debelenip duruyoruz. Hepimiz. PCR testleri Besim Tibuk torpilinin önüne geçemiyor, zaten o testler de güvenilirliği yüzde altmış seviyelerinde seyreden bir filtre sadece. Pandemi hastanesi de pastanesi de yapalım, tamam… Yüz tane bilim kurulumuz da olmasın, en rasyoneli bir, ona da tamam… Da… Bu gidiş gidiş değil, bu normal de normal değil. Bu gadar!