Jair Bolsonaro, otoriter neoliberalizmin Brezilya ve dünya genelinde yükselişinin temsilcisi. Başkan seçilmesi halinde Brezilya demokrasisi çökebilir.
Brezilya 28 Ekim 2018’de yeni başkanını seçecek [Jair Bolsonaro seçildi, ÇN.]. İşçi Partisi’nden (PT) seçilmiş Başkan Dilma Rousseff bir yargı-meclis darbesiyle görevden alındığından bu yana yeni yönetim (eski başkan yardımcısı Michel Temer’in liderliğinde) neoliberal “reform” ajandasını uygulamaya koydu. Ekonomik kriz hız kesmeden devam ediyor ve PT’nin siyaset sahnesinden silinmesine yönelik kampanyanın yoğunlaşması, eski başkan ve PT kurucusu Luiz Inácio Lula da Silva’nın hapse atılmasına kadar vardı.
Son olarak silahlı kuvvetler, özellikle de Rio de Janeiro’daki periferi bölgeleri işgal ederek siyasal yaşama müdahalesini arttırdı. Ordunun yargı ile yakın ilişkisi General Fernando Azevedo e Silva’nın Anayasa Mahkemesi başkanına “danışman” atanması ve ordu komutanı General Eduardo Villas Boas’ın, Lula’nın hapse atılmasına yönelik pek de dolaylı olmayan bir dille açıklamalar yapmasıyla iyice aşikâr hale geldi.
Devletin neoliberalizmin istisnai ölçüde zalimce bir türüne kayışı, Lula’nın başkanlık kampanyası üzerinden solu yeniden toparlama girişimleri ile durdurulmaya çalışıldı. Bu girişimler 2018 başında ülkeyi dolaşan ve kamuoyu yoklamalarında kendisi lehine büyük bir yükselişe yol açan Lula konvoyunda özellikle görülebilir.
Dilma Rousseff’e karşı darbenin sandıkta bir Lula zaferi ile sona erme ihtimali, bazı sağcıların, şaşırtıcı olmayan bir şekilde, seçimlerin iptalini gündeme getirmesine neden oldu. Ancak buna gerek kalmadı. Darbeciler Lula’yı kanıt yetersizliğine rağmen 12 yıl hapse mahkûm etmeyi başardılar ve bunun ardından da ona ve partisine karşı yargı üzerinden yürütülen kampanyanın bariz bir göstergesi olarak, seçimde aday olmasını da yasakladılar.
Bu olayların arkasından, iktidardaki güçlerin radikalleşen bir “ayrıcalıklılar ittifakı” ile PT ve solun bunlara karşı durma girişimi arasında yükselen bir çatışma ortaya çıktı. Bu çatışma, yalnızca demokratik cephenin sorgusuz lideri olarak değil, Brezilya siyasi tarihinin en yetenekli siyasetçisi olarak da Lula’nın pozisyonunu güçlendirdi. Bunun aksine sağda, ayrıcalıklılar ittifakına liderlik etmek için bir dizi adı sanı duyulmamış ve önemsiz şahsiyet geldi geçti.
Darbe, bir siyasi temsil krizi ve Brezilya Cumhuriyeti’nin egemen güçleri arasında artan bir anlaşmazlık ile yakından ilişkiliydi. Bu siyasi kriz ve egemen güçler çatışmasının sonucu, bireysel siyasi aktörlerin meşruiyetinin artması oldu, özellikle de yolsuzluğa karşı duran “intikamcı” yargıçların. Ordunun meşruiyet krizinden etkilenmemeyi başaran tek aktör olması, bu sürecin güçlü bir otoriter ve antidemokratik nitelik kazanmasına neden oldu.
Kısacası, Brezilya’da neoliberal otoriterliğin yükselişinin özelliklerinden biri, sağ milliyetçi programların güçlü bir liderlikten, sağlam partilerden ve örgütlü hareketlerden uzak olması. Brezilya darbesi, onu komuta ettiğini sanan bireylerden bağımsız [ve onları da önüne katıp götüren] bir sosyal güç.
Örnekler arasında, 2014 seçimlerinin sonucuna lakaytça itiraz ederek darbenin fitilini ateşleyen Rousseff’in eski muhalifi Aécio Neves’in mahvoluşunu; dokunulmazlığın kaldırılması sürecini başlatan Temsilciler Meclisi eski sözcüsü Eduardo Cunha’nın hapsedilmesini; Geraldo Alckmin’in 2018 başkan adaylığının içi boş çıkmasını (sermayenin adayı olarak öne çıkıyordu ama sadece yüzde 5 oy alabildi); Temer’in çöpe atılan eski danışmanlarının uzun listesini ve merkez sağ partilerin, Brezilya Sosyal Demokrasi Partisi’nin (PSDB) ve Brezilya Demokratik Hareket Partisi’nin (PMDB) çökmesini sayabiliriz.
Darbe yaratıcılarının kontrolünden çıktı ve ateşi onları da yaktı. Geleneksel merkez-sağ güçlerin bu çöküşü, aşırı sağcı Jair Bolsonaro’nun (eski asker olması tesadüf değil) adaylığının zeminini döşedi – seçimden sadece birkaç hafta önce, ABD’de Trump’ın zafer kazanmasından daha düşük şans veriliyordu.
Brezilya’nın siyasi krizi dört perdeli bir trajedi olarak anlaşılabilir. Bunları aşağıda kısaca ele alalım.
Küresel Bağlam
Dünya giderek dozu artan şekilde otoriter neoliberalizme kayıyor. Bu kayma, üst üste düşen üç sürecin sonucu: 2007’de başlayan küresel mali kriz sonrasında ekonomilerdeki, siyasal sistemlerdeki ve temsil kurumlarındaki kriz; neoliberal demokrasilerin çözülüşü ve kitlesel hoşnutsuzluğun aşırı sağın güdümüne girmesi.
Neoliberalizmin derinleşmesi, özellikle de gelişmiş kapitalist ekonomilerde milyonlarca vasıflı işi ortadan kaldırdı. Kimi zaman tüm bir sektör ya tamamen kayboldu ya da daha ucuz ülkelere kaçtı. Dünya genelinde, kamu sektöründeki istihdam olanakları özelleştirme ve devlet kurumları ve kamu işletmelerinin daralması ile azaldı.
İstikrarlı istihdam azaldı ve ücretler, emek ilişkileri ve yaşam koşulları kötüleşti. Enformel işçiler hem doğrudan, hem de sabit istihdam fırsatlarının azalması nedeniyle ciddi kayıp yaşadılar. Formel işçiler ise hem işlerinin başka ülkelere taşınmasından korkuyorlar hem de giderek daha stresli ve güvencesiz işlere katlanmak zorundalar.
Borçlu, yoksullaşmış, endişeli ve giderek hassaslaşan bir orta sınıf da benzer baskılar altında. Dünya genelinde, daha önce ayrıcalıklı bir toplumsal kesim olan bu gruptan geriye kalanlar, çocuklarına daha iyi hayat koşulları sağlayabildikleri eski günleri özlüyorlar. Bu ekonomik süreçlerin siyasi karşılığı ise, neoliberal düzende işçilerin giderek bölünmesi, örgütsüzleşmesi ve siyasi gücünü yitirmesi oluyor. İşçi sınıfının siyasi etkisi inanılmaz ölçüde azaldı.
Öte yandan bu dönüşümler siyasi alanı katılımdan, temsilden ve meşruiyetten de soyunduruyor. Sonuç olarak “kaybedenler” neoliberalizme direnemez, hatta ona alternatif dahi tahayyül edemez hale geliyorlar. Bu süreçler sol partilerin, bunları destekleyen örgütlenmelerin, sendikaların ve diğer kolektif temsil biçimlerinin dünya genelinde düşüşünü anlamaya da yardımcı oluyor.
Bu bir yandan neoliberalizmin konsolidasyonunu sağlarken, diğer yandan geleneksel siyasetten kitlesel kopuşlara neden oldu, güçlü bir ilgisizlik ve ümitsizlik dalgası yarattı ve neoliberalizmin ideolojik hegemonyasının ve siyasi meşruiyetinin altını oydu. Geleneksel partilerin, liderlerin ve örgütlenmelerin güvenilirliğini yitirmesi ile birlikte, muhalefet için kurumsal kanallar ciddi şekilde daraldı.
Geniş toplumsal kesimler neoliberalizmin kendilerine neler kaybettirdiğinin farkında ve neoliberalizmin sistematik şekilde yeniden üretimini sağlayan ve kendi memnuniyetsizliklerini pas geçen “demokratik” kurumlara güvenlerini kaybediyorlar. Bu gruplar, sağcı politikacıların ve ana akım medyanın, neoliberalizmin yol açtığı felaketler için “öteki”ni – özellikle de yoksulları, göçmenleri, dış ülkeleri ve azınlıkları – suçlama amaçlı sistematik kampanyasının hedefi oluyorlar.
Otoriter neoliberalizmin yükselişi faşizmin 1920’ler ve 1930’lardaki yükselişine benzetiliyor ancak önemli benzerlikler olmasına rağmen, bu süreçler temel olarak farklı. Özellikle de, Avusturya, Mısır, Macaristan, Hindistan, İtalya, Polonya, Rusya, Tayland, Türkiye ve başka ülkelerdeki otoriter liderler, kendi milisleri ile güçlü bir komünist hareket arasındaki sokak çatışmalarının sonucu olarak iktidara gelmediler; izledikleri yol siyasi hileler, pahalı kampanyalar, modern teknolojiler, planlı ajitasyon ve kaba zor oldu.
Muhafazakâr ve milliyetçi bir söylemin meşrulaştırdığı radikal bir neoliberal program empoze etme amacındalar. Bu, kitle örgütlenmesine değil, neoliberal düzendeki çatlakları istismar eden hırslı üçkağıtçıların, güce aç demagogların ve siyasi illüzyonistlerin dalaverelerine dayanan bir politika.
Otoriter neoliberalizmin paradoksu, aracı kurumların (partiler, sendikalar, toplumsal hareketler ve en nihayetinde de hukuk) yokluğunda yolunu bulan ve kendini hem neoliberalizme hem de kendi kişisel iktidarlarının genişlemesine adamış “spektaküler” (çoğu zaman kısa süreliğine) liderler üzerinden siyaseti kişiselleştirmesi. İlginç şekilde, bu liderler, kendi siyasi tabanlarına zarar veren ve neoliberal elitin gücünü arttıran, küreselleşmenin ve finansallaşmanın radikal biçimleri gibi ekonomik programlar uyguluyorlar.
Toplum daha da derinden bölünüyor, ücretler düşüyor, vergiler daha da azalan oranlı hale geliyor, sosyal güvenceler ortadan kalkıyor, ekonomiler dengesizleşiyor ve yoksulluk büyüyor. Kitlelerin hoşnutsuzluğu yoğunlaşıyor ve hedefi olmayan bir öfkeye dönüyor. Otoriter neoliberalizm içsel olarak istikrarsızdır ve faşizmin çağdaş formlarının yükselişine zemin sağlayan koşulları yaratır.
İttifak Siyasetinden Aşırı Sağa
Brezilya’nın son on beş yılki siyasi tarihi, çatışma halindeki ittifakların iktidar mücadelesi olarak okunabilir. 1999 ile 2005 arasında Lula ve PT, ortak noktaları neoliberal politikalardan zarar görmek olan gruplardan oluşan bir çatı oluşumunu, yani bir nevi “kaybedenler ittifakını” kurdular. Bu gruplar kent ve kırdaki sendikasız işçi sınıfı, özellikle de vasıflı işçiler ve ofis çalışanları, alt kademe memurlar ve serbest meslek sahibi orta sınıfın kimi kesimleri; enformel işçi sınıfının geniş kesimleri; aralarında özellikle de yerli burjuvaların olduğu sayısız önde gelen kapitalist ve kimi sağcı oligarklar, toprak sahipleri ve yoksullaşan bölgelerin yerel siyasetçileriydi.
2005 ile 2013 arasında Lula ve Dilma Rousseff, PT hükümetleri sırasında en çok kazanan gruplardan oluşan bir “kazananlar ittifakına” öncülük ettiler. Bunlar yerel burjuvaziyi, çoğu formel sektör işçisini ve enformel işçi sınıfının geniş kesimlerini içeriyordu. Kaybedenler ittifakının aksine, kazananlar ittifakı, kitlesel anlamda özellikle de enformel işçiler arasında çok geniş bir tabana bağlı daha dar bir öncülüğe sahipti, çünkü PT yerel burjuvazinin, ana akım medyanın ve orta sınıfın desteğini kaybetmişti.
Rousseff hükümeti destek tabanını yeniden organize etti ve 2013-2014 arasında, esasen örgütlü formel işçiler, geniş bir örgütsüz yoksul işçiler kesimi ve partilerde, toplumsal hareketlerde ve STK’larda örgütlü solcu gruplardan oluşan bir “ilerici ittifaka” bel bağladı.
Bir kez daha, ittifak üstten daralmış ve tabandan genişlemiş oldu. Bu Rousseff’in 2014’te yeniden seçilmesi için yeterli oldu ama yoksulların örgütsüz desteğinin iktidarın elde tutulmasına yetmeyeceği görülecekti. İlerleyen yıllar, ilerici ittifakın zayıflaması ve aşınmasına tanıktık etti ve bu süreç, bir başkanın kitle desteğinin son derece düşmüş olduğu bir anda dokunulmazlığının kaldırılması ile son buldu.
Bunun aksine, sağ muhalefet büyüyen bir “neoliberal ittifak” veya elitlerin önderliğindeki bir “ayrıcalıklılar ittifakı” etrafında kümelendi. Bunlar arasında uluslararası burjuvazi, kentli orta sınıfın büyük kısmı ve küçük ve orta ölçekli işletmeler, ana akım medya, kimi enformel işçi kesimleri (bunların çoğu PT hükümetlerinden büyük fayda sağlamış olsa da ultra muhafazakâr dinci cemaatlerin etkisinde) vardı.
Yürütmenin geniş yoksul kitlelerin desteği ile ayrıcalıklılar ittifakı tarafından ele geçirilmesi, demokrasinin yıkılması sürecinin parçasıydı. Bu süreç çoğunluğun devletin herhangi bir kısmını veya kamu politikasının herhangi bir aracını kontrol edebileceği tüm siyasi alanları yok etmeyi amaçlıyor.
Jair Bolsonaro’nun İmkânsız Yükselişi
Beş yıllık siyasi gerilimler ve demokrasinin aşınması 2018’de başkanlık seçimlerinde zirve yaptı. Seçimler, tarihî öneme sahip iki siyasi fenomen arasındaki çatışma etrafında döndü. Bir yanda, Lula’nın hapishaneden bile alternatif bir aday çıkarmayı ve merkez soldaki olası rakiplerini yenmeyi başaran ve Fernando Haddad’ın kamuoyu anketlerinde katlanarak yükselmesini sağlayan sıra dışı siyasi yeteneği vardı.
Ancak Lula’nın siyasi sezgileri, seçimlerin ilk turunda fark atarak öne çıkan az tanınmış bir vekilin öncülük ettiği aşırı sağ kitle hareketi dalgasını engelleyemedi. İşinde olmasa da TV’de başarılı bir kariyeri olan ABD başkanı Donald Trump ile sık sık karşılaştırılmasına rağmen, Jair Bolsonaro, seçimden önce yapmaya çalıştığı her işte, ister subay (başarısız kariyer), ister terörist (amatör) isterse federal temsilci (etkisiz) olsun, başarısız olmuş biri olarak ün yapmıştı.
Fiyaskolar tarihine rağmen Bolsonaro hem sermaye – çünkü PT’ye karşı çaresizce alternatif arıyorlardı – hem de kampanyası sırasında milyonlar olup Bolsonaro’ya akan işçiler arasında (özellikle de enformel işçi sınıfı) muazzam kazanımlar elde etti.
Bu beceriksiz faşiste verilen kitlesel desteğin dört dayanağı vardı: yolsuzlukla mücadele (Brezilya’da sağın geleneksel olarak güç toplamasını sağlayan bir gündem, örneğin 1954, 1960, 1989 ve 2013’te); tutucu ahlakçılık (evanjelik kiliseler eliyle); devlet destekli şiddet yoluyla “güvenlik” sağlanabileceği iddiası (on binlerce başka suçun yanı sıra her yıl altmış bin kişinin öldürüldüğü bir ülkede son derece çekici bir iddia) ve yolsuz varsayılan ve “dürüst yurttaşların sırtından geçinen” devleti küçültmeyi merkeze alan neoliberal bir ekonomik söylem. İlerici ittifakın çatlaması ve yoksul seçmenlerin Bolsonaro’ya kayması, otoriter neoliberalizm için bir seçim çoğunluğunun konsolidasyonu anlamına geliyor.
PT’yi yenilgiye uğratmak ve Dilma Rousseff’i devirmek ise, Brezilya’nın siyasal merkezini toplumsal piramitte yukarı ve siyasi spektrumda sağa kaydırma şeklindeki daha geniş bir sürecin parçasıydı. Bu kaymalar, yarım yüzyıldan uzun bir süredir ilk kez, bir aşırı sağcı hareketin topluma yaygın şekilde nüfuz etmesine sebep oldu. Bu yalnızca PT adaylarının potansiyel desteğini küçültmekle kalmadı, aynı zamanda, Bolsonaro’nun yükselişi ile adeta yok olan geleneksel merkez sağ partilerin de çökmesini getirdi. Ülke siyasi kaosa teslim oldu.
Kördüğüm
Kısa vadede, Brezilya’nın içine girdiği bu siyasi kördüğüm, 2019’da göreve gelecek yönetimin kaçınılmaz olarak istikrarsız olacağı anlamına geliyor. Zaman içinde, ülkeyi diktatörlük sonrası 1988 anayasası da ayakta tutamaz hale gelecek ve demokrasinin çözülmesine yol açacak.
Kim seçilirse seçilsin, güçten düşmüş bir ekonomi, kutuplaşmış bir kongre, başına buyruk bir yargı, siyasallaşmış bir ordu ve önümüzdeki yirmi yıl boyunca bütçe harcamalarına tavan getirmiş (ki bu kamusal programların yavaş yavaş tıkanması demek) bir anayasa değişikliği ile, ülkeyi yönetme açısından ciddi bir zorlukla karşı karşıya kalacak. Halk hareketleri açısından 2013’ten bu yana sokak artık solun tekelinde değil; şiddet eğilimli bir marjinal bir kesimin kuşattığı aşırı sağdan geniş kitleleri de içeriyor.
Merkez sol bir başkan, Temer hükümetinin dayattığı neoliberal reformlar yüzünden, Lula’nın 2003’te devraldığından çok daha kötü durumda bir devletle yüz yüze kalacak. Bu kısıtlılıklar bir anayasal reform olmaksızın ülkeyi yönetebilmeyi zorlaştıracak. Ancak, kurucu bir meclis de kaçınılmaz şekilde, mevcut olandan daha da kötü bir anayasayı hedefleyecek olan sağın kontrolünde olacaktır. Sol güven kaybetti, dağınık ve kurumsal olarak tıkanmış durumda.
Hiçbir yönetim deneyimi olmayan, arkasında istikrarlı bir parti yapısı bulunmayan ve her anlamda hazırlıksız aşırı sağcı bir başkan dönüp tarihe bakmak zorunda. Eski başkanlar Janio Quadros ve Fernando Collor da seçim başarısı için itidali elden bırakmış olan elit ittifakları tarafından seçilmişlerdi; iki yönetim de kısa ömürlü oldu.
Merkezi boşalmış bir siyasi sistemde otoriter liderler, meşruiyetleri veya toplumsal tabanları ne olursa olsun, ülkeyi yönetmek için büyük zorluklarla yüz yüzedir. Dahası, Brezilya anayasasının öngördüğü “koalisyonlara dayalı başkanlık,” kongrede sürekli müzakere gerektirmektedir. Başarılı anlaşmalar daima yargıdan dönme riski içerir, özellikle de başkanın üst kademede çok az güvenilir müttefiki varsa veya kitlesel bir muhalefetle yüz yüze ise.
Bu yaygın fenomene ek olarak, 2018 seçimleri beş spesifik ders de göstermiştir. Birincisi, Brezilya’nın siyasi ağırlık merkezi sağa kaymıştır. Zengin güneydoğuyu aşarak güneyden orta batıya kadar, sağcı seçmen tabanı somut bir çoğunluk elde etmiştir. Bu bölgelerin önemi düşünüldüğünde, sol sandıkta cezalandırılmıştır.
İkinci olarak, Bolsonaro’nun yükselişi, yüzlerce yıllık köleliğin yaralarını taşıyan bir toplumda sınıf nefreti, yakın tarihli sağ ayaklanmalar, ABD’nin Brezilya siyasetine açıktan müdahalelerinin bir bileşiminden türemiştir. Üçüncü olarak, 2013’ten bu yana Brezilya siyaseti, ekonomik olarak dışlayıcı ve yurttaşlığı yok eden bir ekonomik ve siyasi program etrafında neoliberal bir ittifakın konsolide olmasına neden olan memnuniyetsizliklerin iç içe geçmesi ile nitelik kazandı.
Dördüncüsü, Brezilya sağı derin şekilde bölünmüştür. Sol savunma pozisyonundayken, Lula’nın gölgesi ardında birleşebilir ancak sağ – devlet kurumları üzerindeki hegemonyası ve Dilma Rousseff’i devirebilme becerisi düşünüldüğünde şaşırtıcı şekilde – ne kayda değer liderler yaratabilmekte ne de kendi radikal neoliberal reformlar programı etrafında birleşebilmektedir. Geleneksel siyasi partileri çökmekte ve iktidarı deneyimsiz, beceriksiz ve gerici siyasetçilerden oluşan bir ayak takımına devretmektedir.
Beşincisi, Brezilya tarihindeki en kötü ekonomik daralma ve son yüzyılın en ciddi siyasi kördüğümü Brezilya demokrasisini çok ciddi şekilde bozmuştur. Bu, hiçbir siyasi güçler bileşiminin birikim sistemine istikrar kazandıramayacağı bir durum yaratmıştır.
O zaman eğilim bu kördüğümlerin anayasal yollar dışında çözümü yönündedir. Bu ise iki kuşağın tanıklık ettiği bir demokratik deneyim için utanç verici bir son olacaktır. Ne yazık ki Brezilya’da neoliberalizm ile demokrasi arasındaki uyuşmazlığın, askeri diktatörlük sonrası geçiş sürecinde inşa edilmiş olan siyasi arena dahilinde çözümünün imkânsız olduğu ortaya çıkmıştır.
Çeviri: Serap Şen, Dünyadan Çeviri
https://dunyadanceviri.wordpress.com/2018/11/02/brezilyada-secimler-demokrasiye-karsi-ayricaliklar-alfredo-saad-filho/