Anımsamanın giderek zorlaştığı, hatırlananla gerçekte var olanın birbirine karışarak imgeler ve görüntüler yarattığı Yenişehir’i izliyorum. 1980’li yıllarda başlayan tanışıklığımızın değişiminin getirdiği yitim de, Yenişehir’in Lefkoşa’nın kalbi olan Surlariçi’ne uzanan bir kaçış ormanı olma hallerinin fütursuzca yok edilmesi de derin bir hayal kırıklığının çok ötesinde.
Yenişehir bir çocukluk düşü olarak sürekli kazınan bir alan benim için. Şehit Ertuğrul İlkokulu’ndan başlayan yolculuğun koku hafızasını takip ederek bittiği yer. Eriklerin, yaseminlerin, yusufçukların, limonların, minik pembe güllerin kokusuyla sarmalanan o güzelim tek katlı büyük bahçeli evlerin, şen kahkahaların, sabahın altısında evlerinin önünü süpüren kadınların, komuşlarla içilen kahvelerin, şekerli ekmeklerin, sokakta koşarken kopan terliklerin Yenişehir’de bir karşılığı yok artık. Kaymaklı göçmeni olan anneannem ve dedem gibi binlerce göçmene 1974 sonrasında ev sahipliği yapan Yenişehir’de sadece evleri hazır bulmadık, tüm semti sarmalayan ağaçları da bulduk. İngilizlerin surlara yakın yeni bir şehir yaratma düşüncesinden filizlenen bölgede bugün yaşayanlar, gökyüzüne uzanan yüzlerce ağacın yokluğundan rahatsızlık duyamayacak kadar yabancı geçmişine.
Bu eksilme zamana, değişime, büyümeye indirgenemeyecek kadar derin. Yenişehir’in sadece mimarisi değişmedi, yapılarla kurulan bağlar da ortadan kaldırıldı. Ağaçların kesilmesiyle gölgeler, bahçelerin yok edilmesiyle nefes alan boşluklar, tek katlı evlerin yıkılmasıyla hatırlamaya tutunacak yüzeyler kayboldu. Yerlerine, belleği dışlayan gri ve çıplak bir mimari yerleşti.
Yenişehir’de yaşanan dönüşüm, bireysel bir nostalji meselesi değil. İnsanın hafızası da bir toplumun hafızası da dokunulan duvarlarla, yürünülen sokaklarla, tekrar edilen gündelik ritimlerle taşınır. Bu güzelim semtin Lefkoşa’yla, Lefkoşalı’yla kurduğu ilişki kesilirken, hatırlamaya gerek duymayan bir düzenin ifadesi görebilenin yüzüne çarpıyor.