(Türkiye’de) Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) iktidara gelip liberal ve demokratik lafızlar yoluyla 2010 yıllarında kendine içte ve dışta belli bir meşruiyet sağladıktan sonra, politikasının esas akslarından biri olan İslamcı damarının politikalarını öne çıkarmaya başladı.
İhvanı Müslim damarının etkinleştiği bu politik ve ideolojik yönelim Yeni Osmanlılık perspektifiyle uygulamaya konuldu. AKP iktidarı her ne kadar bu adlandırmalara fazla vurgu yapmasa da özellikle dış politikada Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin geleneksel ve yerleşik yapılanmasını ‘monşerler’ aşağılamasıyla bozarak, Ortadoğu’da Osmanlılık heveslerinden kalma ağabeylik rolüne soyundu.
Elbette AKP iktidarının yapısallığı salt bir İslamcılık veya Osmanlıcılık politik atraksiyonlarına indirgenemez. Böylesi bir görüş AKP’yi salt bir ideoloji partisi/hareketi olarak görmektir ki, aslında AKP’nin politikaları bundan daha fazlasıdır. Bu yapının bir diğer esas özelliğini de sermaye transferleri yoluyla kendine yeni bir sermaye sınıfı (Daha doğrusu grubu) yaratmak için, vahşi kapitalizmin iktisadi ve hadsiz hudutsuz siyasi uygulamalarını oluşturmaktadır.
AKP’nin politika yapıcıları Suriye üzerinden İslamcılık siyasetini “Osmanlıcılık ağabeyliği” argümanıyla uygulamaya sokmak için uluslararası ilişkilerdeki konjonktürel durumu ya tarihsel olarak yorumlama yanlışlığına düştüler ya da bunu bir fırsat olarak gördüler.
Her ne hal ise, sonuçta batağa saplandılar.
Erdoğan 2016 yılında “Zalim Esed’in hükümranlığına son vermek için biz oraya girdik” demişti.
Bugün Erdoğan “Bizim Esed’i yenmek, yenmemek gibi bir derdimiz yok ki” dedi
Daha bir ay önce Suriye’ye askeri operasyon yapacağını ifade eden Erdoğan, Rusya, ABD ve İran tarafından engellenince, Putin’in ısrarıyla 180 derecelik bir dönüşle bugün Esad ile görüşme ortamını sağlamaya çalışıyor. (Öncelikle bunun iyi bir yol olduğunu belirtelim).
İktidarın dümeninin takibini kendine görev edinmiş medya 12 yıldır “Esed’in” sürekli gitti, gidiyor, yıkılmasına az kaldı manşetleri atıyordu. Bu işin öyle Esad’ı Esed olarak yazma kolaylığına benzemediğini gördüler.
‘Ortadoğu devletleri bir zamanlar Osmanlı toprağıydı, bizler kardeşiz’ sığlığını İslamcılık damarında harmanlayarak Ortadoğu’da önder ülke olmanın bir karşılığının olamayacağını tarih bize defalarca gösterdi.
Ortadoğu gibi netameli bir coğrafyada liderlik taslamak!
Sosyalist Blok varken, onun desteğini sağlamış olan Mısır lideri Cemal Abdülnasır, üstelik Libya, Suriye ve Irak Baas rejimleriyle ittifakı halindeyken, Arap milliyetçiliğinin en üst perdeden savunusunun yapıldığı ve belli bir taban bulduğu dönemdeyken sağlayamadı ki…
Türkiye orta büyüklükte bir ülkedir. Tarihin ve güncelin objektif okunmasıyla dış politika bu gerçekliğin üzerine inşa edilir.
ABD-Avrasya (Rusya) çekişmesinin konjonktürel olarak açtığı alanda Türkiye’nin gücünün büyük devletler ligine çıktığını ya da çıkarılabileceğini sanmak, bir güç zehirlenmesinin sonucudur.
Erdoğan’ın dış politikadan iç politikaya tahvil ettiği İhvanı Müslim’in Mursi dönemi için kullanılan Rabia işareti ve Ensar benzetmeleri bu güç zehirlenmesinin propaganda araçlarıdır.
‘Dünya bizi kıskanıyor’ gibi gerçeklikle hiçbir ilgisi olmayan çarpık övünmeler, bu güç zehirlenmesinin yansımasıdır.
AKP iktidarının yalnız Ortadoğu politikası değil, tüm politikaları iflas etmiştir. Ancak bu iflasın topluma maliyeti çok ağır oldu, olmaya devam ediyor.
Yurtta sulh cihanda sulh
M. Kemal 1931 yılında verdiği bir beyanatta “Yurtta sulh, cihanda sulh” demiştir. Bu beyan o gün için söylenmiş bir söz olmaktan çok, esas olarak tarihsel bir arka plana sahip olup Türkiye Cumhuriyeti’nin uluslararası ilişkilerinin stratejisidir.
AKP iktidarının Suriye’ye ağır müdahalesiyle iktidar yanlısı medyada bu söz üzerine demediklerini bırakmadılar: ‘ülkeyi içe kapatıyormuş’, ‘pasif bir dış politikaya mahkûm ediyormuş’, ‘zaten Türkiye’nin uluslararası ilişkilerde pek bir söz hakkı yokmuş’, ‘ülkenin gücüne güvenmemenin bir korkaklığıymış’ gibi kahvehane muhabbetini aratmayan yazılar yazdılar.
Halbuki bu sözün tarihsel bir arka planı var.
İttihat Terakki’nin Birinci Dünya Savaşı’na girerken bir A bir de B planı vardı.
“İttihatçıların savaştan [Birinci Dünya Savaşı] temel beklentisi ilk olarak yakın zamanda kaybedilen [Balkanlar] Osmanlı topraklarını geri almak ve daha sonra eğer mümkünse, Osmanlı İmparatorluğu’nu eski ihtişamına (emperyal) yeni ve modern biçimde (emperyalist) döndürmekti, yani modern bir Türk-İslam imparatorluğu kurmaktı. Bu emperyalist amaca A planı dersek, işlerin yolunda gitmemesi halinde uygulanacak ve ulusal amaç diyebileceğimiz bir B planı da vardı. Buna göre Osmanlı’nın son kalesi olarak görülen Anadolu ne olursa olsun korunacaktı ve bu B planının başarılı olabilmesi için İttihatçıların gözünde Anadolu’nun güvenilmez unsurları olan Gayrimüslimler, yani ‘etnik tümörler’, Anadolu’dan temizlenmeliydi.” (Türklük Sözleşmesi – Barış Ünlü – Dipnot Yayınları- Syf 131)
Ülkede kalan ikinci derecedeki İttihatçılar Mustafa Kemal liderliğinde işte bu B planını uyguladılar. M. Kemal’in daha savaş devam ederken İttihatçı merkeze muhalifliği A planının gerçekleştirilebilir olmadığını görmesinden ileri geliyordu. Dolayısıyla M. Kemal ve çevresi, bütün enerjisini Anadolu’da bir ulus devlet kurmaya verdiler.
II. Abdülhamit’in takipçisi olarak İttihatçı karşıtı olduğunu söyleyen AKP’nin, İttihatçıların A planını savunmalarına tarihin bir cilvesi mi yoksa politikanın oportünizmi mi diyelim? Belki de bütün bu olanlar, tarihin anakronik okumalarının getirdiği politik bir cehaletin ürünüdür!
Nasıl çıkılacak bu işin içinden
Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin 100 yıllık Kürt fobisi ve tekçilik ideolojisiyle ile AKP iktidarının politikası örtüşüyor. Dolayısıyla AKP iktidarı Kuzey Suriye’de bulunana PYD egemenliğini yıkmak istiyor. Bunun için Türkiye’deki bir kısım Suriyeli sığınmacının o bölgeye yerleştirerek demografisini değiştirilmesi ve bu yolla Kürtlerin etkisizleştirmesi hedefleniyor. Haydi diyelim Erdoğan ile Esad bu konuda anlaştı. Ancak bunun karşısında ABD, Rusya ve özellikle İran var. Nasıl olacak?
Türkiye’nin kurduğu, silahlandırdığı, eğittiği ve beslediği ÖSO (Özgür Suriye Ordusu) var. Ayrıca Türkiye’nin etki sahası bölgelerde ÖSO’dan başka El Nusra, Heyit Tahrir el Şam (Ki, bunlar İdlip’de de egemenler) gibi onlarca silahlı örgüt var.
Radikal İslamcı bu örgütlerin Esad ile uzlaştırılması mümkün değil. Suriye’nin toprak bütünlüğü üzerine mutabık kalındığında bu örgütün militanları ve İdlip’deki rejim muhalifleri nereye gidecek?
Türkiye’nin milyonlara varan yeni bir sığınmacı dalgasıyla karşı karşıya kalmayacağının hiçbir garantisi yok. En kötüsü de olası bu sığınmacıların büyük bir kesiminin radikal İslamcı örgütlerin militanlarından oluşacağı çok açık. Kaldı ki, önceden gelen Suriyeli sığınmacıların içerisinde azımsanmayacak miktarda radikal militanların olduğu bir gerçek.
Elbette Türkiye’nin Esad ile görüşerek sığınmacıların Suriye’ye dönüşünün sağlanması, Kürtlerle Esad arasında haklar temelinde bir çözüme ulaşılması, radikal İslamcı örgütlerinin pasifize edilmesi, Türkiye’nin işgal bölgelerinden çekilmesi; kısacası mevcut sorunların çözülerek kalıcı bir barışa ulaşılması arzulanan bir durumdur.
Çok yönlü ve çok katmanlı Suriye sorunun nereye evirileceği konusunda bugünlerde isabetli yorumlar yapmanın koşulları pek mevcut değil.
İşte Erdoğan iktidarının Türkiye’yi getirdiği yer toplumun nefesinin kesildiği daracık, çıkmaz bir sokaktır.
Hüseyin Şengül
Gazeteci, yazar. 1957 Sivas Akpınar köyü doğumlu. “Sivas Akpınar’ın Yazısız Tarihi”, “Bir Gezi Bin Renk”, “Narın ve Şarabın Harında” (şiir), “Sisyphos’un Kaderi”, “Sovyet Deneyimi ve Arayış” adlı kitapları var. Bir dönem ‘Bizimkenthaber’ adı site dergisinde yayın yönetmenliği, Gerçek Gazetesi ve Gazetemistanbul’da köşe yazarlığı yaptı. bianet’in yanı sıra Gazete Damga’da yazıyor.