Avustralya’dan, Anglo-Sakson, sömürgeci bir ülkeden Türkiye’ye, oradan da Kıbrıs’ın kuzeyine gelmiş genç bir sosyal hizmet uzmanıyla konuşuyorum… Mültecilerle, sosyal yardıma ihtiyaç duyan çocuklu ailelerle, geçim sıkıntısının hayatı daralttığı insanlarla, iş kazası geçiren kişilerle ilgilenen biri. Bu topraklara bir “yerli”nin değil, dışarıdan bir gözün açıklığıyla bakıyordu; bu yüzden benim kadar öznel olamıyordu.
Onun anlattıklarında hem çıplak bir gerçeklik hem de politik yapının sızdırdığı görünmez ayrıntılar er ya da geç kendini ele veriyordu. Kıbrıs’ın kuzeyindeki yoksulluğun giderek derinleştiğini söylüyordu. İnsanların yalnızca ekonomik değil, duygusal ve toplumsal bir açlıkla da baş başa bırakıldığından bahsetti. Emekçilerin çoğunun açlık sınırının yakınında yaşadığını, temel ihtiyaçların bile artık lüks sayıldığını anlatıyordu. Türkiye’den gelen ailelere değindi; çoğunun “daha iyi bir hayat” umuduyla buraya geldiğini söyledi. Çocukları daha iyi okusun, güvenli bir çevrede büyüsün, belki hayatları biraz kolaylaşsın diye…
Ancak bu umut, Kıbrıslı Türk toplumunda yıllardır kökleşmiş ayrımcılık mekanizmalarıyla karşılaştığı anda parçalanıyordu. Okullarda, mahallelerde, işyerlerinde görünür ya da görünmez biçimde “Türkiyeliler” ve “Kıbrıslılar” arasındaki o derin ve çoğu zaman dile getirilmeyen kırılma çizgisi gündelik hayatı belirliyordu.
“Çocuklar bile bu ayrımı hissederek büyüyor,” dedi.
Oysa Kıbrıslı Türklerin dışladığı bu ailelerin önemli bir kısmı politik gerçekliklerden habersiz. Rum malları üzerinde, tarihsel bir çatışmanın enkazı üzerine kurdukları hayatın ne anlama geldiğini bilmiyorlar.
Çünkü kimse onlara anlatmıyor; çünkü içinde bulundukları düzen onların bilmemesini tercih ediyor. Tarih güç sahiplerinin çıkarına göre şekillendirildiğinde, yoksulun payına her zaman cehalet düşüyor.
“Bu insanlar için asıl mesele ideoloji değil, hayatta kalmak,” dedi… Dedi de dedi… Suyun parasını ödeyebilmek, temel gıdaya ulaşabilmek, çocuklarına bir gelecek kurabilmek… “Siyaset onların gündeminde yok,” dedi. “Çünkü siyasetin onlara sunduğu görünür bir fayda da yok.”
Fakat burada asıl soru ortaya çıkıyor: Madem bu çocuklar bu topraklarda doyuyor, burada eğitim alıyor, o zaman bu toprakların karanlık geçmişini, kirlenmiş siyasetini, savaş suçlarının üzerini örten düzeni bilmeden nasıl bir gelecek inşa edecekler?
Çünkü Kıbrıs’ın kuzeyinde bir düzen değil, bir düzenin yokluğu var. Hukukun olmadığı, devletin gölge gibi dolaştığı, herkesin bir şeyleri bildiği ama kimsenin konuşmadığı bir atmosfer. Bu sessizlik yalnızca korkunun değil; alışkanlığın, teslimiyetin ve çaresizliğin sessizliği.
Bugün sıkça duyduğumuz “Kıbrıslı Türklerin Türkiyelilere ayrımcılığı” cümlesi yaşananın yalnızca küçük bir parçasını açıklıyor.
Meseleyi yalnızca kültürel gerilime indirgemek, tabloyu küçük bir noktadan ele almak demek.
Oysa asıl sorular çok daha derin:
Bu topraklarda hâlâ Kıbrıslı Türk kaldı mı?
Kimlik dediğimiz şey hangi nüfus mühendisliğinin gölgesinde eridi?
Kim kimi dışlıyor, kim kimin yerine yerleştiriliyor?
Diaspora nerede?
Demografinin yıllardır sessizce ama istikrarlı şekilde değiştirilmesi, Kıbrıs’ın kuzeyini yalnızca kültürel değil, politik olarak da dönüştürdü.
Kıbrıslı Türklerin nüfus içindeki oranı azalırken temsil gücü zayıfladı, ekonomik kaynaklara erişimi daraldı. Bu durum, ayrımcılığı yalnızca Türkiyelilere karşı değil, Kıbrıslı Türklere karşı da büyüttü.
Peki Kıbrıslı Rumlar, Ermeniler, Maronitler bunun neresinde?
Çünkü güç el değiştirirken mağduriyet her zaman yoksulun üzerinde yoğunlaştı.
Mağdur kim?
Bugün kuzeyde kriminal olayların artması, çocuk istismarı vakalarının çoğalması, faili meçhuller, kundaklamalar, mafyanın açık açık organizasyon kurması, uyuşturucu ağlarının genişlemesi bir rastlantı değil. Bunlar sistemsizlikten beslenen bir çöküşün belirtileri. Devletin bunu görünmez kılma çabası ise başka bir çöküşü işaret ediyor:
Hesap verilebilirliğin ölümü
Türkiye’den gelen aileler bu çöküşün mağduru olabilir, aynı şekilde Kıbrıslı Türkler de. Bu nedenle mağduriyetleri yarıştırmak yerine ortak bir zeminde değerlendirmeliyiz. Çünkü sorun kişilerin kökeninde değil; sorunun kaynağı çok daha yukarıda, böl ve yönet siyasetiyle büyütülmüş yapısal bir kriz.
Bugün Kıbrıs’ın kuzeyinde ihtiyaç duyduğumuz şey, kimseyi romantize etmeyen, kimseyi şeytanlaştırmayan bir yüzleşme. Kimin hangi tarihsizliğin içine yerleştirildiğini anlamadan; kimlerin hangi sessizlik politikasıyla birbirine düşürüldüğünü kabul etmeden gerçek bir çözüm üretilemez.
Yoksulluğun kimlik üzerinden değil, sınıf üzerinden okunması gereken günlerden geçiyoruz; fakat ortada savaş suçları varken bu ne kadar mümkün? Ayrımcılığın etnik değil, politik olduğunu kavramadan hiçbir toplumsal barış mümkün değil diyoruz ama tarihi bilmeden, gerçeği konuşmadan, hesap sormadan bu mümkün değil.
Bugün kuzeyde yaşanan yalnızca bir topluluklar arası gerilim değil; bir hafıza savaşıdır.
Kimin geçmişi konuşulacak, kimin geçmişi yok sayılacak?
Kimin acısı görünür olacak, kimin acısı saklanacak?
Ve belki de en önemlisi:
Bu topraklarda birlikte yaşamanın yeni bir ihtimali var mı?
Cevap ancak sessizliğin kırıldığı, herkesin kendi hikâyesi kadar başkasının hikayesine de sahip çıkabildiği bir yerde mümkün olabilir.
Çünkü barış yalnızca çatışmanın yokluğu değildir. Barış, barikatlardan geçerken trafikte yaşanan bir rahatlama da olmayacaktır.
Barış, ilk önce hakikatin ve mağduriyet hiyerarşisi yapmadan konuşabileceğimiz bir düzenin içerisinde yaşanmalıdır…
Foto: AI