“Ben oyumu Devrim’den yana kullanıyorum
(Ben, mutluluğun ölümcül gereksinimini duyanlardanım)
İnsafsız beyinlere, daha çok zenginlik biriktirenlere
Ve hayatı yok edenlere karşı.”[1]
‘Sosyalist Mezopotamya’ Dergisi’nin 13. sayısının ‘Ulusal Birlik’ başlıklı dosya konusuyla ilişkili olarak “muhtemel” seçim(sizlik)lere dair birkaç noktayı belirtmek gerekirse…
i) Öncelikle (ve kesinlikle) Kürt ulusal bağımsızlık mücadelesinin gündemindeki ulusal ittifakın yaşamsal, yani “olmazsa olmaz”lığının altını çizmek gerek.
Kürt halkı, partileri ulusal birlik ittifakı zeminini hiçbir şeyin ardına koymamalı ve “muhtemel” seçim(sizlik)lere de bu açıdan bakıp, ele almalı.
“Ömür boyu öğrenci olarak kalacakmışım gibi geliyor bana,”[2] diyen ezen ulus komünisti olarak bunun, yani UKKTH ötesinde bir şey söylemenin, empoze etmenin veya bilgiçliğin hiçbir anlamı/ değeri olmadığı bilinmeli.
* * * * *
ii) Devamla: “Çağ atladık atlıyoruz derken/ Geri vitesle dalıyoruz Orta Çağa…”[3] diye tarifi mümkün tabloda tarihi üreten kötü yanının hızlandırdığı malumun ilanı iken; V. İ. Lenin’in, “Bazen tarihi biraz ittirmek gerekir,” uyarısı ile Karl Marx’ın, “Tarihte öyle anlar vardır ki, kitlelerin o andaki mücadelesi, umutsuz bir dava uğruna da olsa, o kitlelerin gelecekteki eğitimi ve bir dahaki mücadele deneyimleri için gereklidir,” saptamasını asla “es” geçmemek gerek.
Verilen, verilmesi gereken eşitlikçi özgürlük mücadelesinin “garanti belgesi” olmadığı bilinci ile reel-politiker hiçbir angajmana göz kırpmadan; egemen düzene ‘Hayır’ dediği için baldıran zehri içirilen Sokrates’i; egemen sınıfın çıkarına kurban edilen Sacco ile Vanzetti’yi; Engizisyon yargıcına, “Benim ölümümden benden daha çok korkuyorsunuz,” diyen Bruno’yu; “Adalet olmadan düzen olmaz!” diye haykıran Albet Camus’yü; Karl Marx’ın, “Bilmek, ‘sağlıklı insan aklı’ ile algılanan gerçeklerin hiç de güvenilir olmadığını anlamakla başlar,” saptaması eşliğinde kulağımıza küpe ederken; özgür düşünce ve davranışlarımızı pazarlık konusu yapmamalıyız!
Ya da Giordano Bruno’nun, “Ne gördüğüm hakikâti gizlemekten hoşlanırım, ne de bunu açıkça ifade etmekten korkarım,” tutarlılığını yaşama geçirmeliyiz.
Yani Bertolt Brecht’in, “Düşünen aklın karamsarlığı, çarpan yüreğin iyimserliği”dir ifade ettiklerimin ana ekseni…
“İyi de bunlardan neden mi söz ediyorum”?
Gayet net! Çoğunluğun tek gündem maddesinin “seçim(sizlik)ler” olduğu tabloda; hemen her şey “demokratik siyaset” vurgusuyla burjuva parlamentarizmi üzerinden tarif edilir oldu!
“Tek yol devrim”den “Tek yol parlamento” zırvasına endekslenir oldu; bu hâlde kaybedilen başlıca şey safiyet. Eskiden, “Tek yol devrim” günlerinde her şey, herkes daha masumdu…
Bir örnek verip geçelim: TİP’in lideri Behice Boran, “Mücadele biçimi sorunu önemli olmakla beraber, devrimciliğin temel kıstası sınıfsallıktır,” derken; bugünlerde ise Cumhurbaşkanlığı seçimleri hakkında TİP Genel Başkanı Erkan Baş, seçimlere ortak adayla girilmesini desteklediklerini belirterek, “İkinci turda oy verebileceğimiz bir adaya ilk turda neden oy vermeyelim?”[4] diye soruyor, yanıtı içinde soruyu…
CHP’ye (6’lı masaya!) destek; not edilsin; “Yorumsuz” geçiyorum!
* * * * *
iii) “Çağımızın çalışma yüzyılı olduğu söyleniyor; aslında acının, sefaletin ve çürümenin yüzyılı,”[5] betimlenmesiyle anlaşılması gereken sürdürülemez kapitalizmin bugünlerinde, coğrafyamız ve yerküre “III. Büyük Bunalım”la sarsılıp, savuruluyor; mahşerin dört atlısının nal sesleri daha gür çıkıyorken; bir yandan açlık, bir yandan da III. Paylaşım Savaşı tehdidi büyüyor.
Vergilius’un “Açlık kötü danışmandır,” notunu düştüğü aç insanların öfkesinden korkun; ve bu sorunu seçimlerin çöz(e)meyeceğini unutmayın sakın!
Bir zamanlar Yunanistan’da SYRIZA’yı, Aleksis Çipras’ı ya da Şili’deki, ilk işi Mapuche Yerlilerini “terörist” ilan etmek olan Gabriel Boric’i alkışlayanlardan olmadığım için Alain Badiou’nun, “Düşünmek ‘Hayır’ demektir. Dikkat edin, evet işareti, uyuyan bir adamın işaretidir. Uyanıklıkta insan, tersine, başını kaldırır ve ‘Hayır’ der,” saptamasına müthiş değer vererek; yaratan ve yok eden ellerin yani John Berger’in, “Bütün hikâyeler ellerin de hikâyesidir. Toplayan, dengeleyen, işaret eden, birleştiren, yoğuran, ören, okşayan, uykuda kendini bırakan, kesen, yiyen, silen, müzik çalan, kaşıyan, kavrayan, soyan, sıkan, tetik çeken, katlayan ellerin” politikasını önemserken; düzen için seçim(sizlik)lere de, parlamentoya da bu açıdan bakarız.
Malum “Biz…/ Oralı olmayanlardanız,/ Ötekiliğimizin aslı burdan gelir…” Turgut Uyar’ın dizelerindeki üzere!
* * * * *
iv) Düzen seçim(sizlik)lerine dair soru(n), “Segui il tuo corso, e lascia dir la genti/ Sen bildiğin yoldan şaşma, bırak ne derlerse desinler,”[6] vurgusuyla nasıl ele alarak bakacağımızdadır…
“Bakmak” deyince sözü John Berger’e bırakalım: “Önce sol gözümü, sonra da sağ gözümü yumarak önümdeki bir nesneye bakıp eğleniyorum… İki görüntü de açıkça birbirinden değişik. Aralarındaki ayrım(lar)ı tanımlamalı. Yalnız sağ gözümle baktığımda, her şey eskimiş görünüyor; yalnız sol gözümle baktığımdaysa her şey yeni.”[7]
O hâlde “seçim” denilen şeye nereden, nasıl, niçin baktığımız çok önemliyken; “Seçim(sizlikler)in sınırı nedir?” sorununu da yanıtlamayı “olmazsa olmaz” kılıyor!
Evet, evet bugünlerin “başat meselesi seçim(ler)in sınırı nedir?” sorusunun net biçimde, “Ama”sız, “Fakat”sız yanıtlanması gerek.
Bize göre seçimler ile dünyayı/ düzeni değiştiremezsiniz; olsa olsa bu uğurda bir siper savaşı imkânını -el verdiği kadar!- değerlendirirsiniz Rosa Luxembourg’un, “Bazen tek oy bile gözlerini açar insanların,” ifadesindeki gibi; hepsi o kadar!
Aynı konuda Fikret Başkaya da şunları diyor: “Burjuva düzeninde seçim oyunu ve temsil yanılsaması ta baştan gerçek demokrasinin önünü kesmek üzere peydahlanıp, dayatılmıştı… Yanılsamadan ibarettir… Bir yalana insanlar inanıyor diye yalan neden gerçek sayılsın?”[8]
O hâlde seçim(sizlik) ile seçtiğiniz nedir mi?
Düzen içi seçim(sizlik)ler bir işe yarayıp, sistemi değiştirseydi, elbette yasadışı ilan edilirdi; Noam Chomsky’nin, “Demokrasi içindeki insanların oyuncu değil izleyici olduğu bir sistemdir… Eşitlik olmadan demokrasi olmaz… Kapitalizm altında, tanım gereği demokrasiye sahip olamayız. Kapitalizm, toplumun merkezi kurumlarının prensipte otokratik kontrol altında olduğu bir sistemdir,” ifadesindeki üzere![9]
Seçimler konusunda Marksizm-Leninizm burjuva parlamentolarını, burjuvazinin egemenlik aygıtı, devletin bir organı olarak tarif eder. Buna göre parlamento burjuva egemenliğine yabancı ya da dışsal bir organ olmayıp, onun organik bir parçasıdır. Nasıl ki günümüzün devleti “tüm halkın devleti” değil de toplumda bir azınlık olan burjuvazinin devletiyse, onun bir parçası olan parlamento da aynı şekilde burjuvazinin parlamentosudur.
Elbette bu, parlamentolara işçi sınıfının ve diğer sınıfların temsilcilerinin, hatta devrimci temsilcilerin giremeyeceği anlamına gelmez.
Aksine V. İ. Lenin’in, “Parlamenter eylem bazı kişilere -Marksist geçinen bazı kişilere- uşaklık unvanını, bazı kişilere de sürgün ve ağır hapis cezaları kazandırır,” ifadesindeki üzere, dünyada parlamenter deneyimin büyük bölümünde bunun sayısız örnekleri görülmüştür. Soru(n) şu ki, bu tür temsilcilerin varlığı olsun, bunların kendi sınıflarının çıkarları doğrultusunda parlamento zemininde de şu ya da bu biçimde bir mücadele yürütmeleri olsun, parlamentonun sınıfsal özünü değiştirmemektedir.
Karl Marx’ın ifadesiyle, “Her üç ya da altı yılda bir, halkı yönetici sınıfın hangi üyesinin ‘temsil edeceği’ni ve ayaklar altına alacağını” belirleyen seçimlerle oluşturulan parlamento, halk yığınlarının doğrudan canlı eylemine tamamen dar gelecek bir deli gömleği olabilir ancak. Bu yapıda halk parlamentoya seçtiği “vekillerin” orada ne yapacağını belirleyemez, memnun olmadığı “vekili” görevden alamaz, onları denetleyemez.
Dolayısıyla, başka hususlar bir yana, salt bu bakımdan da parlamentoda çoğunluk elde etmek suretiyle burjuva düzenin ortadan kaldırılamayacağı, işçi sınıfının kendi sınıf iktidarını kuramayacağı açıktır. Friedrich Engels’in de belirttiği gibi, burjuva düzende genel oy hakkı, işçi sınıfının olgunluğunu ölçmeyi sağlayan bir göstergeden ibarettir. Yani toplumsal devrim parlamento aracılığıyla yapılamaz. (İşçi sınıfının devrimci mücadelesinin temel aracı kitle eylemi ve kitlelerin öz-örgütlenmeleridir. Burada parlamentarist hayallerin acı sonuçları konusunda, iyi bilinen trajik Şili örneğini hatırlatmadan geçmeyeyim.)[10]
* * * * *
v) Parlamentarizm, “Egemenlik kayıtsız şartsız milletin”(MİŞ?) der!
Bu palavraya hâlâ inananlar olsa da, bunun palavra olduğu tartışma götürmez bir gerçektir; bir zamanlar Ertuğrul Kürkçü’nün de haykırdığı üzere, “Çözüm alanı meclis değil, hayattır, toplumdur”![11]
Kapitalist parlamento/ parlamentarizm, yığınları sürü hâline getirmek için egemen ideolojinin sınırlarında her şey kullanıp; insan(lar)a korku, biat ve fanatizm enjekte ederek; hakikâti siyasal alanın dışına iter; emekçilerin sınıf bilinci/ sınıf örgütlerini imha ve inkâr eder…
Burjuva parlamentosu, muhaliflerini de içine alıp çeşitli ödüllerle kendine benzeten bir hazım cihazıdır adeta… Benzemeyi reddedenler için ise, etkisizleştirici/dışlayıcı mekanizmaları vardır.
Karl Marx ile Friedrich Engels’in, ‘Komünist Manifesto’daki, “Her ülkenin proletaryası elbette önce kendi burjuvazisiyle hesaplaşmak durumundadır,” uyarılarını “es” geçip; “iyi burjuvazi ve demokrasisi” yalanını pompalar!
“Tarihte sınıf mücadelesinin tek bir sorunu bile yoktur ki şiddetten başka bir yolla çözülmüş olsun,”[12] diyen Leninist “olmazsa olmaz”, seçim oranlarına, oyunlarına feda edilir… Hem de bir burjuva liberali Max Weber’in, “Devlet, insanların insanlara tahakküm ettiği, meşru (yani meşru kabul edilen) şiddetle desteklenen bir ilişkidir,” diye tarif ettiği gerçeğe rağmen![13]
Dahası, tam da bu noktada “Parlamentolarda artık sınıfsal ve siyasal olarak gerçekten farklı taraflar bulunmuyor. Göstermelik ölçüde bulunsa bile, parlamento içinde siyasete gerçek katılım mekanizma ve işleyişleri yok. Kısacası, parlamento artık gerçek egemenlik alanı değil. Gerçek egemenlik yürütme gücüne, devletle tekellerin birlikte karar ve irade ürettikleri dar yuvarlara geçmiştir. Toplum yaşamını ilgilendiren tüm önemli yasa ve kararlar buralarda kotarılıyor”ken;[14] Wulf Schönbohm, “Kendine güvenen bir demokrasi protest seçmenlerin hoşnutsuzluğunu giderir; radikalizm engellenebilir,”[15] diye tarif eder burjuva parlamentarizminin negatif işlevini!
Özetin özeti parlamentarizm; Bertrand Russell’ın, “Tatlı bir yalan söylersen on kişi alkışlar. Acı bir gerçek söylersen 8 kişi sana saldırır, ama 2 kişi sorgulamaya başlar. O iki kişiye selam olsun,” mantığıyla eleştiri ve itiraza tabi tutulmalıdır; Behçet Aysan’ın, “ve hüzünlü günler/ sürer giderdi/ ben de biner giderdim/ bir düş atına,” dizelerindeki kararlılıkla…
* * * * *
vi) “Ezilenleri daha da güçsüzleştirmek, tecrit etmek, ezilenler arasında bölünmeler yaratmak ve bunları derinleştirmek ezenlerin yararınadır,”[16] gerçeğinin bilincinde olanlar için güç birliği, ittifak -elbette- büyük bir şiardır; ona ne şüphe?
Ancak güç birliği, ittifak girişimlerini reel-politik hesaplara; William Plaff’ın, “İdeolojiyi bırakan sol sorun çözmeye başladı. (…) Pragmatizm ve ideolojilerden yoksunluk, iktidardaki yeni solun olumlu özellikleri,”[17] notunu düştüğü Habermas’cı “okunma”ların sınıf inkârcılığına veya “Kürt Sorunu”nundaki “çifte standartlı” eyyamcılığa ya da özgürlükçü laikliği yok sayanlara kurban etmeden!
Güç birliği, ittifak girişimleri yüzünü daima sola dönmelidir; dolaylı/ dolaysız olarak CHP’ye (6’lı masaya) değil!
CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’nun, “Kürt sorunu”na ilişkin çağrı yaparak TBMM’yi adres göstermesi[18] ya da sözde laiklik şampiyonluğu kocaman bir yalanken; Henry Amiel’in, “Her umut, içinden kumru yerine yılan çıkabilecek bir yumurtadır,” uyarısı bir an dahi göz ardı edilmemelidir!
Olması gereken ittifak işçilerin birleşik emek cephesi ile Kürt ulusal bağımsızlık mücadelesini hedefleyen ulusal ittifakın buluştuğu (ve emperyalizme “Hayır” diyen enternasyonalist ‘Ortadoğu Devrimci Çemberi’nin) mücadele birliğidir; ezilenlerin ortak öfkesidir; Edip Cansever’in, “Öfkeliyiz, öfkeyse sonuçtur er geç/ Bir aşk gibi yaşamak gerek öfkeyi…” dizelerindeki gibi…
* * * * *
vii) İsim, adres vermeden yazdık buraya dek; ama belirtmeden geçmek olmaz: Sınıfa önderlikten söz edenlerin, sınıf hareketi içinde görülür, hissedilir bir mevcudiyeti de olmalı değil mi?
İttifakları, bir iltihak vesilesi olarak algılamayıp; Orhan Veli’nin, “Sol elim,/ Acemi elim,/ Zavallı elim!” dizelerindeki hünersizliği hatırlatmamalı değil mi?
Suretine ve fiiline baktıkça “Tu dois changer ta vie/ Hayatını değiştirmelisin,” dedirtmemeli değil mi?
“Pekiyi, o hâlde” mi?
“Kimileri her yerde köledir, kimileri hiçbir yerde!”[19] der ya Aristoteles, işte tam da bu ikilemin “hiçbir yerde köle olmayan”ların tarafında olmak gerek bugünlerde ve her zaman!
* * * * *
viii) Bugünlerde Can Yücel’in, “Bir insan görünce insan oluyorum/ Bir ağaç görünce ağaç/ Bir çiçek görünce çiçek/ Bir çocuk görünce çocuk/ Bir kadın görünce erkek/ Bir faşist görünce kahroluyor kahrediyorum,” dizelerine hâlâ telaffuz edebilen komünistler için göz önüne alması gereken aslî düşünce ve davranış ekseni sandıkla alâkâlı olmamalıdır. Tam tersine emekçilerin, Kürtlerin, kadınların, Alevîlerin, çevrecilerin üzerine yıkılan sürdürülemez kapitalizm boy hedefi olmalıdır.
Ve de “Çekip gidince soyguncular,/ bir başka dünya kuracağız./ Yaşamak neymiş, yaşamak,/ sen o zaman gör bak!” diye haykırmalıdır Vitezslav Nezval’ın dizelerindeki umut ile…
* * * * *
ix) “Bunlar hayal” diyenlerdenseniz; Halil Cibran’ın, “İnsanın hayali ile elde edişi arasında yalnızca tutkusunun aşabileceği bir mesafe bulunur,” sözlerinden ve Ümit Yaşar Oğuzcan’ın, “İnanmak var olmaktır, bilirsin/ İnandığımız şeyler için yaşayalım/ Nice sabahlar, nice aydınlıklar/ Gelecek nice iyi günler için yaşayalım,” dizelerinden haberdar değilsiniz!
Yeni hedeflerin, durumların yeni yöntemler gerektirdiği bilinciyle haykırıyoruz: “İyimser olmak zorundayım çünkü bu hayatta tutunacak pek de fazla bir şeyim yok…”[20]
Kimseye baş eğmeyip, diz çökmeyiz; umudumuzun tartışıldığı yerde, vazgeçmeyen inadımız başlar; Jean-Luc Godard’ın, “Fazlasını gören, fazlasını hisseden çok duyarlı sinirleri olan, gereğinden çok şey bilen insan için savaş hep vardır,” saptamasındaki gibi…
Toplumsal bilincin başkaldırı ile yığınlara mal olacağı aşikârken; emekçilerin biriken öfkesini paylaşıp, yaygınlaştırmak devrimci geleneği savunup; giderek öfkesi büyüyen milyonların önüne düzen sınırlarını aşan yaratıcı/ yıkım programını/ çözümü koymak “olmazsa olmaz”dır…
Tam da bu koordinatlarda, “Seçimlerin ötesinde de etkili olan bir güce ihtiyaç var… Henüz o güce ulaşmış değiliz,”[21] türünden müphemliğe de; “Seçimlerden büyük bir demokrasi çıkarmayı başarmalıyız. Sonrası ise daha ideolojik ve sınıfsal bir mücadele olacaktır. Neo-liberal politikalara karşı sol değerleri ve programları büyütmenin mücadelesi öne çıkacaktır. Başka türlü bu cendereden kurtuluş yok… Tüm ittifaklar öncelikle evrensel demokratik ilkeler konusunda fikir birliği ve uzlaşma içinde olmalı,”[22] biçimindeki “aşamalı erteleme”ciliğe ‘Hayır’ deyip; V. İ. Lenin’in, “Doğru bir politika en iyi politikadır. Prensiplere dayalı bir politika ise en pratik politikadır,” uyarısını unutmayıp/ unutturmamak elzemdir.
O hâlde –bu yazının başlığı olan- son söz de Carlos Castaneda’dan: “Ölümün avcılık yaptığı bu dünyada, kuşku ve pişmanlık için zaman yoktur. Zaman ancak karar vermek için vardır”!
13 Ekim 2022 16:22:54, Çeşme Köyü.
N O T L A R
[*] Sosyalist Mezopotamya, No:13, Aralık 2022…
[1] Vitezslav Nezval.
[2] Anton Çehov, Vişne Bahçesi, çev: Ataol Behramoğlu, Adam Yay., 2004.
[3] Can Yücel, Alavara, Bulut Yay., 1999, s.29.
[4] “Erkan Baş: İkinci Turda Oy Verebileceğimiz Bir Adaya İlk Turda Neden Oy Vermeyelim?”, 26 Eylül 2022… https://www.birgun.net/haber/erkan-bas-ikinci-turda-oy-verebilecegimiz-bir-adaya-ilk-turda-neden-oy-vermeyelim-404012
[5] Paul Lafargue, Tembellik Hakkı, çev: Vedat Günyol, Telos Yay., 1996.
[6] Dante Alighieri, İlahi Komedya, çev: Ayçin Kantoğu, Everest Yay., 2021.
[7] John Berger-Selçuk Demirel, Katarakt, çev: Cevat Çapan, YKY, 2011.
[8] Fikret Başkaya, “Seçimler: Kimin Başarısı”, Yeni Harman, No:154, Haziran-Temmuz 2011, s.3.
[9] “Kapitalistlerin ‘özgürlük’ tanımı her zaman zenginler için yiyecekten patlamak ve işçiler için açlıktan ölmek özgürlüğü biçiminde olmuştur.” (V. İ. Lenin, Burjuva Demokrasisi ve Proletarya Diktatörlüğü Üzerine Tezler, çev: Muzaffer Erdost, Sol Yay., Haziran 1977.)
[10] Temel Demirer, “Seçim Sonuç(suzluk)ları”ndan Hareketle -25 Madde de- ‘Quo Vadis’?!,” Uzun Yürüyüş, No:83, Ekim 2007.
[11] Ertuğrul Kürkçü, “Çözüm Alanı Meclis Değil, Hayattır, Toplumdur”, Yeni Harman, No:154, Haziran-Temmuz 2011, s.4.
[12] V. İ. Lenin, Devlet ve Devrim, çev: Ferit Burak Aydar, Agora Kitaplığı, 2009, s.27.
[13] “Genel olarak burjuva devleti de burjuvazinin yönetim mekanizmasının başlıca aygıtlarından biri olan burjuva parlamentosu da proletarya tarafından ele geçirilemez. Proletaryanın görevi, burjuvazinin yönetim mekanizmasını havaya uçurmak, yok etmektir; buna ister cumhuriyet, ister anayasal monarşi altında kurulu olsun bütün parlamenter kurumlar dahildir.” (V. İ. Lenin, Lenin Döneminde Komünist Enternasyonal, çev: Orhan Dilber, Maya Yay., 1997, s.232.)
[14] Haluk Yurtsever, Tarihten Güncelliğe Sınıf Savaşları ve Devlet, Yordam Kitap, 2006, s.198.
[15] Wulf Schönbohm, Milliyet, 24 Ekim 1998, s.18.
[16] Paulo Freire, Ezilenlerin Pedagojisi, çev: Erol Özbek-Dilek Hattatoğlu, Ayrıntı Yay., Ocak 1991.
[17] William Plaff, The Herald Tribune, 22 Ekim 1998.
[18] İlayda Kaya, “SHP’den CHP’ye ‘Kürt Sorunu’…”, Cumhuriyet, 3 Ekim 2021, s.5.
[19] Aristoteles, Politika, çev: Mete Tuncay, Remzi Kitapevi, 1975.
[20] Charles Dickens, Büyük Umutlar, çev: Nihal Yeğinobalı, Cem Yay., 1990.
[21] “Ayşe Düzkan: Seçimlerin Ötesinde Bir Güce İhtiyaç Var”, Yeni Yaşam, 20 Ağustos 2022, s.2.
[22] “Selahattin Demirtaş: En İdeal Günah Keçisi Olarak Gösteriliyorum”, 12 Ekim 2022… https://etelgraf.com/selahattin-demirtas-7-haziran-1-kasim-surecinin-iki-tarafinin-da-aktorleri-tek-kelime-ozelestiriye-yaklasmazken-en-ideal-gunah-kecisi-olarak-gosteriliyorum/