“Her tablo, bir Medusa başıdır.
İnsan içindeki dehşeti,
dehşetin imgesiyle yenebilir.
Her ressam bir Perseus’tur.”[2]
Siz bakmayın Bursa Güzel Sanatlar Birliği Derneği Başkanı ve ressam Ayfer Demircioğlu’nun 15 Nisan 2019’da Bursa Tayyare Kültür Merkezi’nde açtığı resim sergisindeki eserlerin, “müstehcen” oldukları gerekçesiyle kaldırıldığına![3] Kimileri ısrarla kavramayıp, görmezden gelse de…
Lou Salome’nin, “Resim yaparken insan hep biraz aşıktır aslında,” notunu düştüğü resim mi? O, “Basit bir fırça yardımıyla, boşluk’un sonsuza açılan yapısını yaratmaktır” Wang Wei’ye göre…
André Gide’e, “Kültürün en büyük aracı resimdir, müzik değil,”[4] dedirtecek kadar önemli resim sanatı; Vincent van Gogh’a da, “Bir tek resim boyadığım zaman kendimi canlı hissediyorum,” saptamasını telaffuz ettiren bir dinamiktir.
Resim… Büyük bir ressam, Pablo Picasso bu konuda, “Eğer bir resmi bitirdiğini söylersen, onun kalbine kurşun sıkmış olursun,” vurgusuyla sorunu şöyle ortaya koyar: “Yüzün üzerinde olanı mı, içinde olanı mı, ya da ardında olanı mı çizelim?”
Hâlâ aranan yanıta ilişkin Michelangelo, “Resim kafayla yapılır, ellerle değil”; John Ruskin de, “İyi bir resimde el, kafa ve yürek uyum içindedir,” yanıtını verirler.[5]
* * * * *
Taş Devri mağaralarındaki duvarlarından bugün(ler)e uzanan resim renklerin, çizgilerin -insana insanı anlatan- dinamik, akışkan dilidir. İnsanlık tarihinde konuşmadan sonra ilk dışavurum biçimidir. Yazıdan daha eskidir ve çoğu zaman daha da derin.
Fransa’daki Lascaux mağarasındaki resimler (insan ve hayvan figürleri) 40.000 yıl öncesine dayanan en eski resim bulgularıdır. Daha eskiye dayanan bir geçmişi olduğunu düşünüyorum ama şu an için bulunan en eski çizimler onlar. (Bazı kaynaklara göre ise, ilk resim 30.000 yıl öncesine dayanır. Yine Fransa’da Chauvet Mağarası’ndaki kalıntılardır.)
Leonardo da Vinci’nin sözüyle özetlersek: “İlk çizim bir insanın, güneşin duvara düşürdüğü gölgesinin etrafında çizilmiş basit bir çizgiydi.”
Resim sanatı insanlık kadar eski bir tarihe dayanır. Mağaralarda gördüğümüz hiyeroglifler ve yontmalar sanatın çıkış noktasıdır. Görünmezi fark edilir kılar.
Önce hayal edilir, sonra çizilir. Resme dair “Gerçekleşmiş bir hayalin suretidir” denmesi boşuna değildir. “Resim, doğa ananın en soylu çocuğudur ve ondan doğmuştur. Dilsiz bir şairdir o; Leonardo da Vinci’nin, “Resim öğrenmek, şekillerin söylediği türküyü yakalamayı öğrenmektir,” ifadesindeki üzere…
İlk iletişim sanatıyken; hiç bir dilde bire bir karşılığı olmayan bir lisandır. Görsel olması nedeniyle “ortak dil” zannedilse de, sadece okumasını bilenlerce anlaşılır. Öteki insanlar tarafından sadece seyredilir ve belki hayranlık duyulur.
Resim, herkese açıklansın, anlatılsın diye değil, izlenerek okunsun, hak eden insanlar tarafından anlaşılabilsin diye yapılır. Duygularımın, düşüncelerimin yansımasıdır o, ya da İlhan Berk’in dediği gibi, “Resim, içinde yaşanılan cehennemden kurtulmayı sağlayabilecek bir duygu dışavurumu biçimidir.”
“İnsan devindikçe çizer kendini ve manzara sürekli değişir”ken;[6] “Ressamın gözünü diktiği yer aslında anbean içerik, form, yüz, kimlik değiştiren bir yerdir.”[7]
Plastik sanatlarda, heykelle birlikte en yaygın sanat formatıdır. Görünen ama görülemeyen şeyleri, görülür hâle getirip somutlaması en önemli özelliğidir resmin. Bize insanın ruhunu ve körlüğümüzü gösterirken; hayallerimizin, umutlarımızın altını çizer.
İnsanın duygu ve düşüncelerini, kendisinden bağımsız diğer nesneler ile öznel dünyasında görsel olarak sembolik biçimde veya başka türlü yorumlayıp; bunu görsel olarak dışa yansı(tıl)masıdır…
Kurduğunuz hayali gerçekleştiren resim bir yerde şiirdir; duygu ve düşünceleri, hâlet-i ruhiyeyi renklerle çizgilerle anlatma biçimidir.
“Abidik gubidik işler”le (Bedri Baykam) medyada yer alanlar hariç, bakış açılarının farklılıklarını en çok ortaya çıkaran şey olarak aşktır, aşık olmaktır resim; hayattır, buram buram yaşam kokandır; yaratıcılıkta sınırı olmayandır…
Hayal ve duygu dünyasının yaşam bulduğu çizgidir: İyiyi, güzeli, gerçeği fark etmek, fark ettirmektir. Resim yetenek işi olduğu kadarı, şiddetli irade de gerektirir; çok istemeyi, tutkulu olmayı zaruri kılar.
Resim çağlar boyunca en az anlaşılmış sanat dalıdır. Buna rağmen bu durum, onun için bir kayıp değildir. Çünkü o, tarihte önemini hep koruya gelmiştir.
İyi de resim ne işe yarar (mı) bunca çılgın bir ortamda?
“Bir işe yaramaz” diyenler yanılıyor elbette! Bir bayraktır resim; kara kadere isyan; bir çeşit küfür; bir soru; güzel günlere ağıt ya da kara içinde bir umut, bir sevinç kıvılcımı veya korkuları dağıtan çocuksu bir isyandır.
Orhan Pamuk, “Resim hikâyenin renklerle çiçeklenişidir. Kimse hikâyesi olmayan bir resim düşünemez,” derken; o dört direğe dayanır. Dört küheylan çeker onu: Biri çizgi, biri leke, biri renk, biri de mini minnacık benektir…
Özlem, duygu, tutku ve düşüncelerin iki boyutlu düzlem üzerinde yansıtılması sanatıdır. Resimde hacim, mekân, hareket ve ışık etkileri, resimsel öğeler aracılığıyla elde edilir. Bunlar biçim, çizim, renk, ton farklılıkları ve doku özellikleridir. Öğelerin çeşitli biçimlerde bir araya getirilmesi resmin kompozisyonunu oluşturur. Renk, ışığın değişik dalga boylarının gözün retinasına ulaşması ile ortaya çıkan bir algılamadır. Bu algılama ışığın maddeler üzerinde çarpması ve kısmen soğurulup kısmen yansıması nedeniyle çeşitlilik gösterir ki bunlar renk tonu veya renk olarak adlandırılır.
Kolay mı? Resim var olmayanın, bilincin karanlık yüzüne hapsedilenin görünür olma, göze gelme çabası, boyayla, tuvalle işbirliğidir ve en önemlisi kökeni Arapça da, “Hayatın kendisine görsel bakış”tır.
Burada bir parantez açmak “olmazsa olmaz”dır. Fotoğraf çekilir, resim çizilirken; TDK’nın gafına göre, “Çekilebilen” bir şey olarak resim, “fotoğraf anlamına da gelmekte” yollu zırvayı bir kenara bırakarak ilerlersek; Walter Benjamin, “Fotoğrafı tablodan ayıran, her ikisine de ortak tek bir ‘yaratma’ ilkesinden söz edilebilmesini de engelleyen neden, açıktır: Bir tabloya bakmaya doyamayan bir göz için bir fotoğraf, açlık karşısındaki yemek ya da susuzluk karşısındaki su anlamına gelir,” derken Jean-Paul Sartre da:
“Demek ki yaratıcı edim, yarattığı ya da yeniden canlandırdığı birkaç nesne aracılığıyla, dünyayı yeniden ele geçirme ereğini güder. Her resim, her kitap varlığın bütünlüğünün yeniden ele geçirilişidir; her sanat yapıtı bu bütünlüğü seyircinin özgürlüğü önüne getirir. Çünkü sanatın son ereği de budur: dünyayı olduğu gibi, ama sanki kaynağını insani özgürlükten alıyormuş gibi göstererek yeniden ele geçirmek, yakalamaktır.”[8]
Yani özgünlük, zamanı aşma, tarz, tonlarca imge; Pablo Picasso’nun ‘Guernica’sındaki gibi…
* * * * *
Ressam Mehmet Güleryüz’ün ifadesiyle, “Resim yapmak bir keyif vesilesi değil, gereksinim. İnsan inandığını ve yaptığını sürdürmeli. Ondan herhangi bir biçimde sapmamalı… En önemlisi resim düşünmek. Resim düşünmek resim yapmak”ken;[9] bu tanıma en iyi örneği Pablo Picasso’nun ‘Guernica’sıdır.[10]
Kanımca Sandro Botticelli, Leonardo da Vinci, Michelangelo di Lodovico, Buonarroti Simoni, Raffaello Sanzio da Urbino, El Greco, Caravaggio, Diego Velázquez, Rembrandt, Francisco de Goya, Eugene Delacroix, Pieter Brueghel, Vincent Van Gogh, Paul Gauguin, Joan Miro, Max Ernst, Rene Magritte, Edvard Munch, Pablo Picasso, Albrecht Dürer, Matthias Grünewald, Frida Kahlo, Edouard Manet, Paul Klee, Claude Monet, Paul Gaugin, Gustave Courbet vd. ressamlarla biçimlenen resim sanatının coğrafyamızda aklımıza ilk gelen isimleri de Şeker Ahmet Paşa, Osman Hamdi Bey, Fikret Mualla, İbrahim Çallı, Bedri Rahmi Eyüboğlu, Nuri İyem, Neş’e Erdok vd’leridir.[11]
* * * * *
“Resim bir akıl işidir”; “Resim göze seslenir”; “Çizdiğim her resim kendi yaşamıma sorduğum bir soruydu,” diyen Leonardo da Vinci 2 Mayıs 1519’da 67 yaşında yitirdiğimiz bir dehaydı.
Kolay mı? “Mona Lisa’nın gülüşü”yle dünya tarihinde iz bırakmışlardan birisi o…
Nasıl bir iz olduğu sorusuna verilecek en iyi karşılık yine kendi sözlerindedir: “Bilime gönül verenler, tamamen entelektüel bir uğraş olan diğer aldatıcı bilimlerde mümkün olmayan biçimde, huzur içinde bilimle uğraşırlar.”
“Bilim olmadan eyleme âşık olanlar, gemiyi dümensiz ya da pusulasız kullanan kaptana benzer.”
“Bağırılan yerde bilim olmaz…”[12]
* * * * *
Eugene Delacroix’nın 1830 Devrimi’ni özetleyen ‘Halka Yol Gösteren Özgürlük’ tablosu XIX. yüzyıldan günümüze resim sanatının en özgün ve önemli eserlerinden biri olmuştur. Eser oluşturulduğundan bu yana dünyanın birçok yerinde pek çok resme, heykele, afişe ilham kaynağı olarak sanatçılar tarafından yeniden yorumlanmıştır.
İyi de ‘Halka Yol Gösteren Özgürlük’ü bu denli önemli kılan şey nedir?
Delacroix hayatı boyunca resmi otorite ve müzeler tarafından olumsuz bir tepki ile karşılaşacağını bilerek akla karşı duyguyu, nesnelliğe karşı öznelliği hedeflemiş, romantik bireyin oryantalizmi içinde devrim ideallerinden vazgeçmemiştir.[13]
‘Halka Yol Gösteren Özgürlük’, hâlâ özgürlüğe koşuyorken; o sadece içerik değil, biçim olarak da başkaldırının resmidir. Yapıtta bir yandan klasisizmin ideallerini yıkıp onun sembollerine yeni anlamlar yüklerken, diğer yandan konu olarak bütünleşmesi beklenen toplumsal gerçekçi üslubun kalıplarına sığmayarak ondan belirgin bir şekilde ayrılır.
* * * * *
“Küçük bir çocukken annem bana şöyle demişti: ‘Eğer asker olursan general olacaksın, rahip olursan Papalığa yükseleceksin.’ Ama ben ressam oldum ve Picasso olarak kaldım,” diyen O ‘Guernica’yı “çizmek” zorunda bırakılandı!
Bilinir: İspanya’nın Bask bölgesinde antik küçük bir kenttir Guernica.10 bin Basklının yaşadığı kentin Castilla Krallığına dek uzanan köklü bir tarihi, efsanelere dayalı “kutsal” bir kimliği vardır.
Takvimler 1937 ilkyazını gösterirken İspanya iç savaşı da tüm hızıyla sürüyordu. General Franco’nun faşist güçleri iktidardaki Cumhuriyetçileri devirmek için tüm gücüyle saldırmaktaydı. Franco, Hitler Almanyası’nın Nazi kuvvetleri tarafından açıkça desteklenirken, batılı ülkeler sessizliklerini koruyor, yansız kalmaya özen gösteriyor, Hitler’le iyi geçinmenin yollarını arıyorlardı. İlkyazın güzelliklerini doyasıya yaşamaya alışkın Guernica halkı 26 Nisan 1937 sabahına her zamanki gibi erken saatlerde uyanmıştı.
Çok sürmedi yaşam sevinçleri. Uçak filoları kapladı gökyüzünü. Franco’yu destekleyen Nazi uçakları, yeni ürettikleri bombaların etkisini ölçmek için bu küçük antik kenti deney alanı seçmişlerdi. Daha sonra 2. Dünya savaşında atom bombasının gücünü Hiroşima ve Nagazaki’de deneyen ABD gibi. Faşizme onurla direnen Guernica, halkı ve kentiyle göz açıp kapayıncaya kadar bir yıkıntıya dönüştü. Binlerce kişi öldü, yaralandı, sakat kaldı. Batılı bir kısım medya bu faşizm zulmünü görmezden gelmeyi yeğlerken Fransa’da yayınlanan “Humanite” gazetesi vahşeti yalın ve çarpıcı bir başlıkla duyurdu dünyaya:
“Bu sabah artık Guernica yok.”
Yıllar sonra Nürnberg mahkemesinde Nazi suçlarından yargılanan Mareşal Göring, Guernica için şunları söylüyordu:
“Kenti deney alanı olarak kullandık. Bu içler acısı bir olaydı. Ama başka türlüsü de olamazdı. O dönemde böylesi deneyler başka türlü gerçekleştirilemezdi.”
Guernica unutulmadı. Barışa, halkların kardeşliğine inanan pek çok ulustan aydın, sanatçı, yazar, şair Guernica için kaleme sarıldı, Guernica’yı ölümsüz kılansa İspanyolların dahi ressamı, barış eylemcisi Picasso oldu. Guernica katliamını duyduğunda Fransa’da sürgündeydi.
1 Mayıs 1937’de hemen çalışmaya koyuldu. Çok sayıda eskiz çizdi. Yoğun çalışma sonunda bir yıldan az bir zamanda tabloyu bitirdi. Modern savaşın acımasızlığına dikkat çeken, sergilendiği her ülkede yoğun ilgiyle izlenen Guernica tablosu anavatanı İspanya’ya ancak Franco’nun ölümünden sonra dönebildi. Piccasso’nun “Guernica” tablosu Madrid Reina Sophia Müzesi’nde sergileniyor.[14]
Özetin özeti: “Her şeyi söylemem ama, her şeyin resmini yaparım”…
“Ressam, satabileceğini çizer; sanatkâr ise çizdiğini satar”…
“Resim yapmak, günlük tutmanın bir diğer yoludur”…
“Benden yaptığım bir resmi anlatmamı istemeyin. Ben sadece tasvir ediyorum. Anlatacak olsam oturur yazardım”…
“Bir sanatçının ne olduğunu sanıyorsunuz? Yeryüzünde olup biten yürekler acısı, heyecanlı ya da zevkli şeylerin bilincinde olan ve kendini tamamen onların yansımasında şekillendiren bir politik varlıktır. Resim evleri dekore etmek için yapılmaz. O bir savaş aracıdır,” diyen Pablo Picasso’ya yaptığı tabloların gerçeği yansıtmadığı söylendiğinde şu yanıtı vermişti: “Zaten gördüğümüz hiçbir şey gerçekte olduğu gibi değildir ki…”
Fotoğrafçılar deklanşöre basmadan önce “Gülümseyin!” diyorlar. Gülümseyin ve örtün yaşadıklarınızı!!!
* * * * *
26 Nisan 2017’de Paris’te uğurlandığımız, Eyüplü bir işçi ailesinin 1933 doğumlu oğlu Yüksel Arslan’ın resimlerine sadece bakmak değil, bakmaktan öte o resimleri “okumak” gerektir…
O, resimlerini çizmiyor adeta yazıyordu…
Sokrates, Marx, Engels, Lenin, Brecht, Descartes, Diderot, Voltaire, Rabelais, Da Vinci, Bruegel, Moussorski, Prokofief, Şostakoviç, Einstein, Walt Whitman, Apollinaire, Alfred Jerry, Artaud, Mayakovski, Nâzım Hikmet, Neruda, Bunuel, Orson Welles…
Her insan okuduklarının, gördüklerinin, özümsediklerinin, birikimlerinin düşündüklerinin sonucudur… Çizimleri Yüksel Arslan’ca bir uygarlık tarihiydi bu. İnsanlığa, tüm uygarlıklara, geleneksel sanatlara işçiliğe, emeğe tarihöncesinden günümüze bir saygı sunuştu bu… Felsefeden tüm sanatlara, arkeolojiden, sanat tarihinden şiire, müziğe bir saygı duruşu…
Onun yakın dostu, yazar Roland Topor, Yüksel Arslan için “Bir sanatçı olmayı kendine yasaklar Yüksel Arslan,” derdi. Doğru söylerdi.[15]
* * * * *
Fikret Mualla, arkadaşı Taha Toros’a yazdığı bir mektubunda “Bence her sanatkâr, sıkıntı çekmeli, ızdırap duymalı, aç kalmalı…” diyecek kadar sanatçı kaderine razı olmuş iken; “Belki de çok fazla resim yaptım” diyecek kadar vazgeçmeye meyilli değişken düşünceler, gel-gitler yaşayan bir kimliktir.
Fevzi Çakmak’ın damadı Burhan Toprak Güzel Sanatlar Akademisi’nde müdürken, ünlü ressam Fikret Mualla’ya resimleri “Çöpe at” der. Mualla ise denize atar ve yurdunu terk eder.[16]
O günden sonra son nefesine dek, müthiş bir yaratıcılık ve yoksullukla el kapılarının gri gökleri altındadır.
Ressam Selim Turan, 1947 yılında Paris’e gitmeye karar verir. Pasaport almak için Ankara’da altı ay uğraşır. Turan’ın Paris’e gideceğini haber alan Halil Vedat Fıratlı ve Abidin Dino, Fikret Muallâ’ya verilmek üzere içinde yiyecek ve giyecek gibi öteberi bulunan bir paket hazırlarlar.
Selim Turan, Paris’e gittiğinin üçüncü günü Fikret Muallâ’yı “Impasse du Rouet”deki atölyesinde bulur ve Ankara’dan getirdiği armağanları verir.
Fikret Muallâ, “Bana biraz müsaade et, aşağıya kadar gidip hemen geleceğim” der. Biraz sonra da gelir. Anlaşılır ki, Selim Turan’ın Ankara’dan getirdiği pantolonu hemen satmıştır.
Selim Turan’a “Gel, şimdi de bir şeyler alalım” der. Ardından, şarap ve “pommes frites” (patates kızartması) alarak atölyede kafaları çekeceklerdir.[17]
Her zaman için anıları ve gerçek arasında gezinerek, önce kompozisyonlarının desenini çizer, sonra da renk ve formları ile istediği gibi oynar, yani özgürce değiştirirdi.
O belirsiz mekânlar, belirsiz zamanlar, belirsiz kimliklerle; eğlence ve hüznün el-ele verip gezindiği kompozisyonlar çizer boyarkenki anlar; yaşamı boyunca, kimselerle kavga etmek, hatta kendisi ile didişmek zorunda olmadığı anlar; Mualla’nın tek sakin sığınağı olmuştur. Sonsuz kalabalıklar içinden çekip aldığı kişileri, objeleri, zaman ve mekânsız olarak çok yalın bir fonun önünde resmederken; Bir tür imgeler albümleri yaratır; Aslında gördüğünü resmetmez, gözlemlediklerinden arta kalanları resmederdi.
Tüm sanat akımlarının dışında binlerce yapıt üretmiş olarak, 19 Temmuz1967 yılında Fransa’nın Nice kentinin Reillane kasabasında, hem kendi ülkesinde, hem de uzun yıllar yaşadığı Fransa’da kalabalığın içinde kaybolmuş olarak sürdürdüğü yalnız geçen hayatını kaybetti.[18]
* * * * *
Ve bir diğer Paris’li ya da Nâzım ustanın “mutluluğun resmi Küba”yı çizmesini istediği O, “Dokunduğun altın olsun!” derler ya, anlaşılan birileri de “Dokunduğun sanat olsun!” demiş Abidin Dino’ya…[19]
* * * * *
“Ben devrimle doğdum” diyen Frida Kahlo “Meksika’nın Vicdanı”dır.[20]
“Yeryüzünde değişmesi gereken her şeyi değiştirecek güce sahip olduğumuzu düşünüyorduk. Haklıydık da…”
“Bir dik duruşun; kaç yenilgi, kaç gözyaşı, kaç kalp ağrısı ettiğini bilemezsiniz…”
“Acılar geçicidir. Ama her sevinç, en derin sonsuzluğa uzanır…”
“Ben aşkın, acının, ihanetin ve devrimin kadınıyım,”[21] diye haykıran O, doğum tarihini Meksika Devrimi’yle aynı gün, yani 7 Temmuz 1910 kabul ederdi.
Yine bir Temmuz’un (1954) 13’ünde kaybettiğimiz Frida Kahlo kısa yaşamına önce tek bacağını kısa bırakan çocuk felcini, sonra ilk gençliğinde geçirdiği ve hayatı boyunca izlerini taşırken; tam 32 ameliyat geçirmesine neden olacak bir kazayı, 55’i oto portre 143 resmi ve dünya sanat tarihine kazınmış bir isim sığdıran hakikâtti.
* * * * *
“Ressamlar çok konuşmaya alışkın değildir, bizim sanatımız sessiz bir sanat,”[22] diyen Neş’e Erdok’un yapıtları hakkında “Her ne kadar resmi bir hikâye anlatma aracı olarak görmese de resim onun için insanlarla arasındaki bir iletişim yöntemidir,”[23] diyen Mehmet Güleryüz sonuna dek haklıdır.
“O, resimleriyle tek bir kişiye bile ulaşmasının resim yapmaya devam etmesi için yeterli olduğunu söyler. Nitekim Türkiye’de 1968 ruhuyla paralel bir gelişme çizgisi gösteren figür resminin bu tarihten sonra bireyin iç dünyasına yönelmesi Erdok’un henüz çocuk yaştan itibaren ürettiği resimlerle de uyum gösterir”ken;[24] “Soma (2014) Aslında müthiş bir olaydı tabii Soma… (gözleri doluyor) Çok da iyi bir resim olmadı ama, yani o kadar yapabildim,”[25] diyen örnek bir yaratıcıdır.
* * * * *
Özetin özeti…
Albert Camus’nün, “Yaratmaya olanak var mıdır, devrime olanak var mıdır? Bir tek sorudur, bir uygarlığın yeniden doğuşuyla ilgilidir,”[26] notunu düştüğü yaratıcılıklardan birisi olarak “Resim evleri dekore etmek için yapılmaz. O bir savaş aracıdır,” diyen Pablo Picasso’yu daima hatırlayın, hatırlatın…
31 Temmuz 2020 12:08:09, Çeşme Köyü.
N O T L A R
[1] Kaldıraç, No:230, Eylül 2020…
[2] Caravaggio.
[3] Ayfer Demircioğlu’nun ressam Avni Yamaner ile Sami Güner Sanat Galerisi’nde açtıkları sergiye bir gün sonra gelen bir kişi, “Bunlar burada nasıl sergilenir, çıplak bunlar. AKP’nin kalesinde böyle şeyler yapamazsınız. Çıplak kadınların sergilenmesine ‘sanat’ diyorsunuz. Peki, çarşaflı kadınlar neden yok? Sizi şikâyet edeceğim,” diye tepki gösterdi. Ertesi günde sergi kapandı. (Ayça Han, “… ‘Burası AKP’nin Kalesi’ Diyen Şahıs, Nü Eserleri Kaldırttı”, Cumhuriyet, 23 Nisan 2019, s.17.)
[4] “Resim sessiz şiirdir, şiir ise konuşan resim.” (Simonides.)
[5] “Ressamın kendi ruhunda harikulade bir göz açılmıştı ve harikulade şeyler ancak bu göze gözükür. Böylece eşyanın en basit çizgileriyle örnekleri incelenip yücelerek simgesel bir değer kazanmıştı.” (Oscar Wilde, Dorian Gray’in Portresi, çev: Nihal Yeğinobalı, Can Yay., 17. baskı, 2014., s.53.)
“Bildiğim şu ki bu portre üzerinde çalışırken beliren her boya zerresi, her renk tonu benim gizimi ortaya serer gibiydi.” (yage, s.145.)
“Bu resmi sergilemekten kaçınmamın nedeni şu ki resimde kendi ruhumun gizini ele vermiş olmaktan korkuyorum.” (yage, s.16.)
[6] Rahmi Öğdül, “Ressam Bize Bakıyor”, Birgün, 19 Ekim 2018, s.15.
[7] Michel Foucault, Manet, Velázquez ve Estetik Modernizm, çev: Savaş Kılıç, İletişim Yay., 2. baskı, 2020.
[8] Jean-Paul Sartre, Edebiyat Nedir?, çev: Bertan Onaran, Can Yay., 2005.
[9] Ezgi Atabilen, “Ressam Mehmet Güleryüz: Hayatımla Ülkem Arasında Renk Kayması Yok”, Cumhuriyet, 22 Ocak 2017, s.15.
[10] 26 Nisan 1937’de, Alman ve İtalyan uçaklarının sivilleri özellikle hedef alarak bomba yağdırdığı Guernica’da yüzlerce insan vahşice katledildi, mevcut binaların çoğu yakılıp yıkıldı. O ana kadar politikayla alâkâsı zayıf kübist resimlerle meşgul olan Pablo Picasso, katliam haberini alınca 11 Mayıs’ta Guernica tablosunu yapmaya başladı. Devasa boyuttaki resim iki ayda tamamlandı ve İspanya pavyonunda sergilenmek üzere Paris’teki Dünya Fuarı’na yollandı. Sonrası malum, anıtsal bir değer kazanarak dünya sanat tarihinin zirvesinde yerini aldı. (Necati Sönmez, “Gevernica”, Yeni Yaşam, 31 Temmuz 2019, s.11.)
[11] Minyatürden yağlıboya resme geçiş, batılı resim sanatından etkilenmekle başlar. Şeker Ahmet Paşa’nın, Osman Hamdi Bey’in, Paris Güzel Sanatlar Okulu’nda Loui Boulanger, Léon Gérom gibi öğretmenlerden öğrenip dönüşlerinde yurdumuza yerleştirdikleri, yüksek devlet okullarımızda da öğretilmeye başlanan batı deseni, bu geçişin başlangıcıydı. İkinci kuşak, izlenimci resmi getirdiğinde bu geçiş daha da pekişmiş oldu.
[12] A. Celal Binzet, “500 Yıl Sonra Leonardo da Vinci”, Cumhuriyet, 3 Nisan 2019, s.2.
[13] Merve Güven, “Halka Yol Gösteren Özgürlük, Hâlâ Özgürlüğe Koşuyor…”, Evrensel, 21 Kasım 2018, s.16.
[14] Turgay Olcayto, “Guernica”, Evrensel, 21 Nisan 2015, s.13.
[15] Zeynep Oral, “Yüksel Arslan: Düşünceden Tuvale”, Cumhuriyet, 27 Nisan 2017, s.15.
[16] A. Celal Binzet, “Fikret Mualla, Resimlerini Neden Denize Attı?”, Cumhuriyet, 22 Eylül 2018, s.2.
[17] Refik Durbaş, “Naif Bir Efsane”, Birgün, 29 Haziran 2017, s.2.
[18] Gülseren Südor, “Canlı ve Parlak Renklerin Arkasına Sığınan Yalnızlık: Fikret Mualla”, Evrensel, 16 Temmuz 2018, s.12.
[19] Celal Üster, “Abidin Dino’nun Attığı ‘Gol!’…”, Cumhuriyet, 21 Haziran 2016, s.15.
[20] Ali Zülfikar, “Aşkın ve Devrimin Yerli Kadını Frida Kahlo”, Sancı Kültür Sanat ve Edebiyat Dergisi, No:4, Ağustos-Eylül 2015, s.60-62.
[21] Hayden Herrera, Frida, çev: Elif Böke, Bilgi Yayınevi, 2018.
[22] Ayşe Emel Mesci, “Resim Yapmak İçin Yaşadım”, Cumhuriyet, 15 Mayıs 2017, s.15.
[23] Mehmet Güleryüz, Güleryüzlü Sohbetler, Ayrıntı Yay., 2011, s.142.
[24] Oğuz Erten, “Neş’e Erdok’un Resimleri ve Dönemleri”, Cumhuriyet Kitap, No:1470, 19 Nisan 2018, s.16-17.
[25] Emrah Kolukısa, “Neş’e Erdok: Keşke Satmayabilsem”, Cumhuriyet, 8 Nisan 2018, s.16.
[26] Albert Camus, Başkaldıran İnsan, çev: Tahsin Yücel, Can Yay., 1995.