“Ukrayna’daki savaşın sefil doğası, medyada Batı kamuoyuna tasvir edilişinin bilişsel sefaletinde çabucak eşdeğerini buldu. Ana akım medya bize Putin’in saldırganlığına kahramanca direnen Ukrayna ulusunun hikayesini aktarıyor. Ukraynalıların topraklarını kahramanca savundukları doğru ve biz ancak Rus işgalcilerin belini kırmalarını umabiliriz. Ama bu hikâyede anlatılmayan kocaman bir gerçek var. Ukraynalılar bu savaşa kendi istekleri dışında girmek zorunda kaldılar. Şimdi savaşıyorlar ama sadece kendileri için değil, Batı adına da savaşmak zorundalar.”
(Boris Buden: The West at War: On the Self-Enclosure of the Liberal Mind, e-flux, Nisan 2022)
Düşünce ve duygu
2 Nisan tarihli Economist kapağını gördüğümde endişelendim. Başlığın dili amiraneydi: Ukrayna neden kazanmak zorunda?
Economist, Ukrayna’nın neden kazanmak zorunda olduğunu bana paradoksal gelen bir argümanla açıklıyor: Avrupa’nın güvenliğini Ukrayna’nın zaferi garanti altına alabilir, oysa bunun tersi doğru görünüyor: Amerikan stratejisinin amacı, Rusya’nın daha da aşağılanmasını ve ulus-sonrası bir siyasi deney olarak Avrupa Birliği’nin yok edilmesini birlikte sağlamak üzere, Ukrayna’yı Rus devine karşı savaşa itmekti.
Biden’ın Rusları ve Ukraynalıları içine ittiği kan banyosu sayesinde belki ilk hedefe ulaşılabilir, ancak bundan pek fayda sağlayamayız, çünkü Putin düşerse yerine gelen pasifist biri olmayacak ve Rusya daha fazla aşağılanmaya nihai silahını, yani nükleer kullanarak tepki verebilir.
Öte yandan, Avrupa Birliği’ni tarumar etme amacına tam olarak ulaşılmıştır.
Bu, dışarıda (Afganistan) ve içeride (Yeniden Daha İyi İnşa Et, vb.) tüm cephelerde sıkıntılar yaşayan Başkan Biden’ın ilk zaferi.
Biden, Putin’in Rusya’sını tuzağa düşürme umuduyla (Hillary Clinton tarafından Ocak 2022’de açıkça ifade edilmiştir) Ukrayna’yı savaşa itti, ancak bu savaşın Demokratların Kasım seçimlerinde çoğunluğu elde etmesini sağlayacağı kesin değil. Amerikan seçmenlerinin çoğunluğu Rusya’ya karşı artan bir düşmanlık gösterse ve savaşçı duygular ifade etse de, çoğunluğun Biden’ın icraatlarından memnun olduğu ya da bir sonraki seçimde Demokratlara oy vermeyi planladığı gibi bir durum söz konusu değil.
Economist’in aynı sayısında, Charlemagne imzalı, Avrupa Birliği’ni Ukrayna’nın üyeliği önündeki tüm bürokratik engelleri kaldırmaya çağıran duygusal bir makale olan Bürokratlar ve aşıklara dair‘i de okudum.
“Bürokratik klişeleri bir kenara bırakalım, Ukrayna’yı, artık NATO’nun retorik bir uzantısına dönüşmüş olan Avrupa Birliği’ne kabul edelim ve bu meseleyi burada kapatalım.”
Bu çok önemli bir nokta: Duygular, krizi hızlandırmada belirleyici bir rol oynadı. Rus saldırganlığına karşı korku duygusu, Ukrayna halkının işgalcilere karşı direnişiyle dayanışma duygusu. İşgalciye karşı direnişte birleşmenin heyecanı. Ancak diğer tarafta da başka duygular var: Otuz yıldır cezalandırılması ve kuşatılması gereken bir mağlup muamelesi gören Rusların aşağılanması ve Putin’i ulusunun şahlanışının sembolü olarak gören bir halkın yeniden keşfettiği ulusal gurur duygusu.
Evrenselciliğin Yenilgisi
Kolektif özdeşleşme süreçlerinde duygunun değerini biliyoruz, ancak tarihte duyguların hâkim hale gelmesinin düşüncenin devre dışı bırakılmasıyla çakışabileceği unutulmamalı.
Romantizmden itibaren Avrupa dünyasını dolaşan meselelerin iç içe geçmiş bir düğümü söz konusu: duygu ve düşünce, kültürel farklılık ve aklın evrenselliği.
Aydınlanma, Aklın evrensel ilkelerinin tasdikidir, ancak (kendi) Aklı adına yapar bunu. Batı kültürel ve ekonomik gücünü empoze etmiş ve bilim ve teknolojiyi sömürgeci tahakkümün araçları haline getirmiştir.
Aklın evrenselliği ile kültürün tikelliği arasındaki gerilim, Alain Finkielkraut’un 1980’lerin başında yayınladığı bir kitabın merkezinde yer alır: Aklın yenilgisi. Kitabın teması, geç modernitede düşünce ve kültür arasındaki ilişkidir. Finkielkraut, kültürün (“Kultur” romantik anlamında ya da bir “Volk”un/halkın tarihsel geçmişinde kök salmış kimlik farklılığı anlamında) post-modern tarihte başat bir faktör olarak yeniden ortaya çıktığını ve kültürün gücünün, evrenselleştirici düşünceye onu yok etme noktasına kadar, tikelin duygusunu dünya yönetimine getirme noktasına kadar hükmettiğini söyledi. Aklın evrenseli Kultur’dan çıkarıldığında, tikel ile tikel arasındaki ilişkiyi yalnızca kuvvet düzenleyebilir.
Tesadüf o ki, Economist’in aynı sayısında Karanlık Çağlara Dönüş adlı bir başyazı da yer alıyor. Bu, Afganistan’ın savaştan sonra, daha doğrusu Batılıların yenilgisinden, geri çekilmesinden ve Taliban’ın ülke hükümetine geri dönmesinden sonraki kaderiyle ilgili. Ancak karanlık çağa dönüş sadece Afganistan’ı ilgilendirmiyor, Kultur’un Akıl üzerindeki hakimiyeti belirsiz olduğu için, Avrupa’yı da ilgilendiriyor.
Aydınlanma, onun sonu ya da yeni baştan ele alınması meselesi, uzun zamandır entelektüel gündemin merkezinde yer alıyor. 1947’de Horkheimer ve Adorno, Aydınlanmanın Diyalektiği‘nin önsözünde şöyle yazmışlardı: “Toplumun özgürlüğünün Aydınlanma düşüncesinden ayrılamaz olduğuna dair en ufak bir şüphemiz yok. Ancak kavramın kendisinin, bugün her yerde gerçekleşen gerilemenin nüvesini de içinde barındırdığına inanıyoruz. Eğer Aydınlanma bu gerici momentin nüvesini kendi içinde barındırdığını kabul etmezse, kendi sonunu hazırlamış olur. İlerlemenin yıkıcı yönü üzerine düşünmek ilerlemenin düşmanlarına bırakıldığında, gözü kapalı biçimde pragmatikleştirilen düşünce, aşarak üstün gelme gücünü ve muhafaza edici karakterini yitirir ve dolayısıyla hakikatle olan ilişkisini kaybeder.” (Aydınlanmanın Diyalektiği, Einaudi, Torino, 1966, s. 5).
Bu satırların Hegelci dilini unutalım, özü kavramaya çalışalım: Aydınlanmaya can veren evrenselci niyet kapitalizmin hesapçı rasyonalizmine indirgenirse, belirsizliğin güçlerinin eninde sonunda galip geleceğinden ve mümkün olan her evrenselliği ve dolayısıyla barışı yok edeceğinden emin olabiliriz.
Kazanmak ne anlama geliyor?
Rus işgalinin ve savaşın getirdiği vahşete karşı öfke ve isyan duygusunu elbette paylaşacağız. Ancak bu duygu, düşünme yeteneğini bulandırmamalı.
İnsan İtalyan ve daha genel olarak Batı basınını okurken, hele de televizyon haberlerini izlerken, çoğu benle yaşıt olan nefret dolu sunucuların kapıldığı o genç işi coşkuyu fark etmeden edemiyor. Sanki uzun zamandır barış aktivistine dönüşmüş olan eski Maocular, bu beklenmedik katliamla eski cevvalliklerine geri dönmüş gibi. Ancak kahramanca savaş karşısında duyulan coşku, ellerinde uzaktan kumanda ile savaşa katılanların sinizmini maskelemekte başarısız kalıyor.
Acilen taraf olmak, iki rakipten biri lehine pozisyon almak ve nedenleri, bağlamı, perspektifi ve sonuçları unutmak gerekiyor.
Aleardo Aleardi’nin bir şiirinden çıkmış gibi görünen bir romantik vatanseverler sürüsü var karşımızda… Önce Craxi’ci, sonra da Berlusconi’ci olan eski bir Stalinist casusun, şimdi Azov taburunu bir avuç kahraman “efsane savaşçı” olarak tanımlayarak yüceltmesi gibi zavallı aşırılıkçılık örnekleri var.
Ama saçmalık bundan ibaret değil. Akranlarımda da gerçekten acı verici bir yönelim bozukluğu var. Örneğin, La Repubblica‘ya verdiği bir röportajda Erri De Luca, benim de katılabileceğim bir karşılaştırma yapıyor: “Ukrayna halkı Rus şiddetine, Napoli halkının geri çekilen Almanların şiddetine tepki gösterdiği gibi tepki gösteriyor.” Ama Erri bağlamı unutuyor ve bağlam önemli: O özgürleştiren öfke günlerinde Napolililerin ayaklanmasını kimse durduramazdı, ama şimdi durum farklı: birileri Rus işgalinin sebep olduğu, NATO’nun kışkırttığı ve kışkırtmaya devam ettiği katliamları durdurabilir. “Napoli’nin Dört Günü” olarak anılan Napoli ayaklanması, katliamın sonunu getirmişti. Oysa NATO tarafından silahlandırılan Ukrayna direnişi, katliamı uzatarak daha da ağırlaştırabilir.
Ocak 2022’deki bir röportajda Hillary Clinton, Ukrayna’yı Rusya için yeni bir Afganistan yapma olasılığı öngörmüştü: “Ukraynalıların fedakarlığı sayesinde kazanabileceğiz.”
Peki ama kim neyi kazanıyor, kazanmak ne anlama geliyor?
Bu, otokratik Rus düşmanı devirmek anlamına mı geliyor?
Ne yazık ki, Putin rejimi Rus nüfusunda hâkim bir hisse tercüman oluyor ve küreselleşme tarafından onuru çiğnenen ve küçük düşürülen Rus ruhunun kahramanca yeniden doğuşunun bir anlatısına sırtını dayıyor. Onlar da kazanmak istiyorlar ve kazanmak için acı çekmeye hazırlar, belki de bizden daha fazla.
Limes 3/22, (Barışın Sonu), Moskova Lomonosov Üniversitesi’nde profesör olan Vitalij Tretyakov’un tüyler ürpertici bir makalesini yayınladı. Tretyakov, Rus ulusunun geleneksel değerlerinin yeniden dirilişini anlatıyor ve Putin’in Ukrayna’yı işgal etme kararını Lenin’in Kışlık Saray’ı alma kararına benzetiyor.
“Rusya olma ve Rusya olarak kalma hakkı için savaşacağız” diye yazıyor Tretjakov, savaş yoluyla şekillenen bir ruh olan kimliğin ebedi değerini överek.
Tretyakov şunları da ekliyor:
“Yaşananlar, Batılı ülkelerin küresel jeopolitik ve finansal egemenliğine darbe vuruyor, son yıllarda gelişmekte olan ülkelere ve tüm dünyaya dayatılan ekonomik modelin sorgulanmasına yol açıyor… Şubat ve Mart 2022 olayları, tarihsel önemleri ve küresel yansımaları itibariyle Ekim 1917’de Rusya’da olanlara benziyor. Mesele sosyalizm değil; Rusya’nın, 1917’de olduğu gibi, kendisini Batı’nın ideolojik, politik, ekonomik ve en önemlisi de psikolojik kontrolünden kurtardığı gerçeğiyle ilgili. Bu tarihsel momentte, son ve belirleyici savaştır bu. Rusya’nın zaferi sadece milyonlarca vatandaşı tarafından değil, aynı zamanda düzinelerce ülke tarafından da (hatta gizlice birçok Avrupalı tarafından) bekleniyor.” (Limes: Bu bizim Ekim devrimimizdir).
Tretyakov her türlü evrenselci illüzyonu terk etmiştir ve kendisini ilgilendiren şeyin Sovyet sosyalizminin geri dönüşü değil, ulusal farklılığın, Rus ruhunun gururlu özünün geri dönüşü olduğunun altını çizmektedir.
Ama Tretyakov bu farklılık adına, bu “bir kimlikte olma hakkı” adına (sanki ulusun ebedi, değişmez ve kutsal bir kimliği varmış gibi) kazanmak da istiyor, ve onun intikam açlığı, aşağılanmış insanlığın çok büyük bir kısmının intikam açlığıyla rezonansa girebilir.
Limes’in aynı sayısında Hu Chunchun’un bir makalesi var: Çin’den Avrupa’ya: Dünyanın kaderi sizin elinizde.
Şanghay Üniversitesi’nden Hu, Avrupalılara adeta küçük bir nutuk çekiyor. Alman Romantizmi uzmanı olan Hu, şunları yazıyor:
“Yirminci yüzyılın başından itibaren Eski Kıta tarihine hızlı bir bakış, akla Avrupa’daki meslektaşlarım tarafından muhtemelen kategorik olarak reddedilecek bir düşünce getiriyor. Bir yandan Avrupa, modern uygarlığın neferi konumunda; öte yandan insanlığı defalarca yıkımın eşiğine getirdi. Avrupa kültürü iki yüzlü bir Janus’un özelliklerine sahip: Mutlak değerlerin ve fikirlerin kutsal bir maske altına gizlendiği barbarlığın iğrenç bir yüzü.”
Hu Chunchun jeopolitik, daha doğrusu jeo-kültürel perspektifte bir değişim yapıyor: beyaz merkeziyetçilikten (Avrupa-Rus-Amerikan), siyasi sonuçları Küresel Güney’in Rusya-Ukrayna çatışmasına bakışında kendisini belli etmeye başlayan sömürgecilik sonrası çok merkezciliğe geçiş:
“Rusya-Ukrayna çatışmasının özünde bir Avrupa sorunu olması, adaleti görmezden gelen ve gerçekleri tersine çeviren Çinli bir akademisyenin sinik ve sorumsuz tezi değil, Avrupa aklının ruhundan hareket eden berrak bir gözlem.”
Kenyalı akademisyen Martha Bakwesegha-Osula, Rusya-Ukrayna çatışmasına Afrika’nın bakış açısını şöyle özetlemiş: Avrupa sorunlarına Avrupai çözümler. Bu pozisyon, 2 Mart’ta dünya nüfusunun neredeyse yarısını oluşturan birçok ülkenin Ukrayna konulu BM Genel Kurulu kararında çekimser kalmasının da nedenlerinden biri.
Zaferi unutalım
Kazanmak, bir iradenin gücünü başka bir iradeye karşı ve onun üzerine empoze etmek anlamına gelir. Machiavelli’den beridir, bu zorla dayatılan irade fikrinin az çok işlerliği vardı ve büyük ilerlemeler ve daha az büyük olmayan felaketler yarattı.
Ancak o film sona erdi: iradenin, tasarımın ve hükmetmenin gücü; isyankâr doğanın karmaşıklığı, kendi kendini yöneten tekno-askeri otomasyon ve depresif çöküş ile agresif psikoz arasında salınan Bilinçdışı kolektifin karmaşıklığı tarafından yok edildi.
Kazanmak, bizim projelerimize ters düşen projeleri iptal ederek kendi projemizi empoze etmek demek. Bu anlamda, eğer kazanmak bir şey ifade ediyorsa, artık kimse bir şey kazanamaz.
Ancak burada şu an için yanıtını bulamadığımız en dramatik soru ortaya çıkıyor: Toplumda psikozu durdurabilecek ve onun yıkıcı şiddetini etkisiz hale getirebilecek kültürel ve politik bir güç var mı?
Bu güç, benim de pek umutla bağlı olmadığım pasifist hareket olmayacak. Pasifizm bir beyandır, bir sorudur, bir itirazdır, ancak hiçbir gücü yoktur. Oysa bizim güce ihtiyacımız var, geri çekilmenin/geri durmanın/kaçınmanın negatif gücü olsa bile.
Psikozdan kaçabilecek güç, kitlesel pasiflik, değerlerle alay etmektir, kaosa suç ortaklığı yapmayı önleyen, Kaos’un gücü karşısında tevekkül, boyun eğme ve feragattir.
Kitlesel psikozdan kurtulma kabiliyetindeki güç, tüm otomatik düzenlerden, her şeyden önce otomatik savaş düzeninden firar etmektir, bu düzende kaçağa düşmektir. Ama aynı zamanda rekabetin, ücretli emeğin ve tüketiciliğin otomatik düzeninden de firar etmektir. Ve kâr elde etmek için çevreyi ve beyni tahrip eden otomatik ekonomik büyüme düzeninden de firar etmektir.
Bu güç mevcuttur: umutsuzluğun gücüdür ve şu anda çoğunluktadır. Ancak umutsuzluk (geleceğe dair umudun yokluğu) bir depresyon salgını olarak baş gösterebilir, agresif bir psikoz olarak baş gösterebilir veya tüm savaş alanlarından firar, tüm savaş alanlarının terk edilmesi ve parçalanmakta olan bir toplumun kenarlarında hayatta kalma, dünya üzerinde bir sürgün olarak kendi kendine yeterli bir hayat sürme şeklinde de baş gösterebilir.
Resim — Istituto Luce: Üç Britanya-Hint askeri, bir İtalyan askerinin silah zoruyla ellerini kaldırarak ilerliyor, tarih: 01.06.1942 – 30.06.1942
http://effimera.org/vincere-di-franco-berardi-bifo/
Çeviren: Yakov Petroviç