Hükümetler Arası İklim Değişikliği Paneli (IPCC), dört kısımdan oluşan Altıncı Değerlendirme Raporu’nun (AR6) ikinci kısmını bu ay yayımlıyor. Çalışma Grubu II (WGII) raporu, 2014’te yayımlanan 5. Değerlendirme’nin (AR5) ardından iklim etkilerine ve bu etkilere ne ölçüde uyum sağlanabileceğine ilişkin en kapsamlı inceleme olacak.
Hükümetlerin satır satır onaylaması ve temel oluşturan bilimsel raporun kabulü, hem bilim hem de politika camiasında yüksek güvenilirlik sağlarken hükümetlerin de süreci sahiplenmesini beraberinde getiriyor.
Rapor özetinde iklim değişikliğinin insanlar ve ekosistemler üzerinde yarattığı etkilerin şu anda nasıl algılandığı ele alınıyor. WGII’nin, daha önceki IPCC raporlarına kıyasla ekonomi ve sosyal bilimlerden daha fazla faydalanacağı ve sosyal adaletin iklim değişikliğine uyum sağlamadaki önemli rolünün altını daha kalın çizgilerle çizeceği belirtiliyor.
Kamuya açık literatüre dayalı olarak hazırlanan bilgilendirme, AR5’ten bu yana iklim değişikliğinin etkileri ve iklim değişikliğine uyum sağlama hakkındaki bilgi birikiminde gerçekleşen önemli ilerlemelerden bazılarını ele alıyor.
İklim değişikliği, insanları ve ekosistemleri ciddi şekilde etkiliyor
IPCC, Ağustos 2021’de 6. değerlendirme raporunun birinci kısmını (WGI – Fiziksel Bilim Temeli) yayımladı. WGI, insan faaliyetlerinden kaynaklanan sera gazlarının 1850-1900 yıllarına kıyasla 2010 ile 2019 yılları arasında küresel ısınmayı yaklaşık 1,1 °C artırdığını ve küresel sıcaklığın gelecek 20 yıl içinde 1,5 °C artmasının hatta bu rakamın da aşılmasının beklendiği tespit edildi.
BM’de görev yapan António Guterres tarafından insanlık açısından “kırmızı kod” ilan edilen bu durum için raporda şüpheye yer bırakılmadı. İklim değişikliği, tartışmasız bir biçimde insan faaliyetlerinin bir sonucudur ve 1,1 °C seviyesindeki güncel küresel ısınma nedeniyle dünya genelinde yakıcı sıcaklıklar, kuraklıklar ve taşkınlar gibi aşırı hava olayları da dahil olmak üzere etkilerde artış gözlemleniyor. Rapor, iklim sisteminin ani yanıtları ve kritik eşikleri (buzulların erimesinde yılda yaklaşık 600 Gt düzeyindeki artış) hakkında da uyarıda bulunuyor.
1,5 °C hakkındaki Özel Rapor (SR1.5), ısınmanın 1,5 °C seviyesinde kalması durumunda bile dünyanın şiddetli iklim etkileriyle karşı karşıya kalacağını, 2 °C seviyesinde ve daha yüksek seviyelerde söz konusu etkilerin çok daha kötü bir hal alacağı vurgulandı. Yakın zamanda yapılan araştırmalara göre 1,5 °C’lik sıcaklık sınırının aşılması, türlerin ve bölgesel iklim ve bitki örtüsünün kaybedilmesi gibi insanlar açısından gıda güvenliğini de içeren ciddi sonuçlar barındıran geri dönülmez etkilere yol açabileceği için beklenti, WGII’nin bu riskleri açıklama ve genel hatlarıyla özetleme konularına özel önem vereceği yönünde oldu.
AR6, 2014 tarihli son IPCC değerlendirmesine kıyasla bölgesel etkilere daha fazla odaklanacak ve küresel etkilerin bölgesel bazda kendini nasıl gösterdiği konusunda gelişmiş modellerden ve bilgi birikiminden faydalanacak. WGI, dünyanın farklı bölgeleri için öngörülen başlıca fiziksel iklim etkilerini daha önce açıkladı. Örneğin, Afrika kıtasında şu anda dünya ortalamasının üstünde yüksek ısınma ve deniz seviyesi artışı görülüyor.
‘Gelecek on yılda daha şiddetli hava olayları meydana gelecek’
Gelecek on yıl içinde, Afrika’da daha sık ve yoğun yakıcı sıcaklıkların (günümüze göre 2050’ye beş kata kadar daha yüksek) yanı sıra daha ağır yağışlar, daha sık ve yoğun kuraklıklar ve daha yaygın ve şiddetli kıyı taşkınları görülecek. Avrupa’da aşırı sıcaklıkların görülme sıklığı ve yoğunluğu artıyor ve bu eğilim sürecek. Ayrıca, buzullar ve kar örtüsü yok olmaya devam edecek. Örneğin, Kuzey ve Orta Amerika’da IPCC, dünya ısınmaya devam ettikçe tropik siklonların ve ağır yağış düşüşünün çok daha sık görüleceğini belirtiyor.
AR5’ten bu yana iklim değişikliğinin fiziksel etkilerini sosyoekonomik ve hukuki sonuçlara bağlama amacı taşıyan daha fazla araştırma gerçekleştirildi. WGI raporunda yer alan bulguların üstüne koyarak hazırlanan WGII, daha ayrıntılı bir çalışma ortaya koyarak iklim değişikliğinin insanlar, ekosistemler ve ekonomi üzerindeki zarar verici etkilerini açıklayacak ve iklim değişikliğinin bağımlı olduğumuz geçim kaynaklarına ve sistemlere nasıl zarar verdiğini gösterecek.
Aşırı hava olayları, daha önce benzeri görülmemiş hasarlara yol açıyor
AR5 WGII raporundan bu yana, iklim değişikliğinin yol açtığı veya daha şiddetli hale getirdiği aşırı hava olayları geniş kapsamlı ve şiddetli hasarlara yol açtı. Son IPCC raporundan bu yana iklim biliminde gerçekleşen başlıca gelişmelerden biri, “ilişkilendirme literatürünün” genişletilmesi oldu. İlişkilendirme çalışmaları, bize iklim değişikliğinin belirli bir aşırı hava olayını daha olası veya daha yoğun hale getirip getirmediğini ve getirdiyse bunu nasıl yaptığını açıklayabilir. Genişletilmiş ilişkilendirme literatürü yakıcı sıcaklıkların, kuraklıkların, tropik siklonların ve hatta çekirge sürülerinin, insan faaliyetlerinden kaynaklanan iklim değişikliği ile doğrudan bağlantılı olduğunu gösteriyor.
Aşırı hava olaylarının çoğu insan kaynaklı
Dünyanın 2021’de karşı karşıya kaldığı aşırı hava olaylarının çoğunun insan kaynaklı iklim değişikliği ile ilişkili olduğu tespit edildi. Haziran 2021’de Pasifik Kıyısı’nda yaşanan yakıcı sıcaklığın iklim değişikliği olmadan ortaya çıkmasının neredeyse imkansız olduğu belirlendi.
Buna göre; Kaliforniya ve Oregon’u kasıp kavuran dev yangınlara, Akdeniz genelinde yaşanan aşırı sıcaklıklara ve Batı Avrupa’nın karşı karşıya kaldığı şiddetli taşkınlara büyük olasılıkla iklim değişikliği yol açtı. Ulusal Okyanus ve Atmosfer Dairesi (NOAA), Eylül 2021’de ABD’nin güneybatısında tarih boyunca görülen en şiddetli kuraklığı iklim değişikliğiyle ilişkilendirdi. Aynı anda Sibirya’da yangınlar nedeniyle atmosfere Almanya’nın bir yıl boyunca ürettiği kadar CO2 salımı gerçekleşti. Kasım 2021’de, Britanya Kolumbiyası’nda gerçekleşen ve “iklim değişikliğinin etkisiyle daha da kötü hale gelen” yoğun yağmur ve taşkınlar 17 bin kişinin evlerini terk etmesine yol açtı.
Ayrıca, dünyadaki en yoksul ve en savunmasız kişilerin, ölüm ve aşırı hava olaylarının yol açtığı diğer sağlık sorunları dahil olmak üzere daha büyük risklere maruz kaldığının da açık olduğu gürüldü.
Aşırı hava olaylarının ruh sağlığına etkisi
Geride kalan on yıl içinde taşkın, kuraklık ve fırtına kaynaklı ölüm sayısı, az etkilenen ülkelere (batı ve kuzey Avrupa’da bulunan ülkeler gibi) kıyasla en fazla etkilenen ülkelerde 15 kata kadar daha yüksek oldu. En fazla etkilenen ülkeler, Afrika’nın çoğu bölgesinde ve Orta Amerika’nın büyük kısmında yer alıyor. 1970 ile 2019 yılları arasında dünya genelinde hava, iklim ve su tehlikeleri nedeniyle meydana gelen ölümlerin yüzde 91’inden fazlası gelişmekte olan ülkelerde yaşandı. Yeni araştırmalar, aşırı hava olaylarının ruh sağlığı üzerindeki etkisinin de arttığını gösteriyor. Travma sonrası stres bozukluğu, anksiyete, yas ve hayatta kalma sendromu, insanlarda aşırı hava olayları sonrası gözlemlenen ruh sağlığı sorunlarından bir kısmını teşkil ediliyor.
İklim krizi etkileri göçü tetikleyebilir
Kaynak kıtlığının daha sık görülür hale gelmesi, aşırı hava olaylarının altyapılara hasar vermesi, hastalık salgınlarının görülme sıklığının ve şiddetinin artması, insanların kitleler halinde göç etmesini tetikleyecek bir etmen olabilir. İnsan nüfusu, dar iklim bantlarında yoğunlaşmış durumda. İnsanların çoğu yıllık ortalama sıcaklığın 11 °C ile 15 °C arasında olduğu yerlerde, küçük bir kısmı ise yıllık ortalama sıcaklığın 20 °C ila 25 °C arasında olduğu yerlerde yaşıyor.
Sadece artan sıcaklıkların beraberinde getirdiği iklim tehlikeleri nedeniyle 3,5 milyar kişinin medeniyete altı bin yıldır beşiklik yapmış iklim kuşaklarının dışında yaşamaya mecbur kalacağı öngörülüyor. Yükselen sıcaklıkların AB’ye yapılan sığınma başvurularını yüzde 28 oranında artırması bekleniyor.
Adalar kaybolma tehlikesiyle karşı karşıya
2018’de Dünya Bankası üç bölgeden (Latin Amerika, Sahra Altı Afrika ve Güneydoğu Asya) 2050 yılına kadar iklim nedeniyle 143 milyon insanın göç edeceği tahmininde bulunuyor. İklim etkilerine bağlı göç vereceği kolaylıkla öngörülebilecek yerler Pasifik Adaları’dır. Deniz seviyesindeki yükseliş (yılda 12 milimetre hızında) nedeniyle batı Pasifik’te şu ana kadar sekiz ada sular altında kaldı.
İki ada daha kaybolma tehlikesiyle karşı karşıya ve bu adalarda daha büyük ülkelere doğru bir göç dalgası başladı. Buna rağmen, iklim değişikliğinin sonucu olarak yerlerinden edilen ve göç etmek zorunda kalan insanların nasıl korunacağına ilişkin hiçbir uluslararası anlaşma mevcut değil. 2015’te Yeni Zelanda’ya mülteci statüsü için başvuruda bulunan Kiribatili bir aile, zorunlu göçlerinin nedeni olarak iklim değişikliğini gösterdi. Ailenin başvurusu Yeni Zelanda Göç ve Koruma Divanı, Temyiz Mahkemesi ve Yargıtay tarafından başlangıçta reddedildi.
Etkiler her geçen gün daha kötüye gidiyor
Ekosistemleri olumsuz etkileyen iklim riskleri, bu sistemlerin topluma sağladığı hizmetleri daha da sınırlı hale getirecekken enerjiye, sağlık hizmetlerine, suya ve uluslararası ticarete erişimi azaltması da olası. Dolayısıyla, iklim direnci oluşturmak sürdürülebilir kalkınmanın asli unsurlarından biridir ve WGII’nin iklim direnci geliştirme sürecinin sürdürülebilir kalkınmanın olumlu ve olumsuz yanları ile yaratacağı sinerji, uyum sağlama, etki azaltma ve sera gazı emisyonlarının sosyal etkileri gibi temel prensiplerini ele alması beklenmekte.
Yapılan araştırmalar, insan kaynaklı iklim değişikliğinin dünyanın toplam nüfusunun yüzde 85’inin yaşadığı dünya genelindeki kara alanlarının yüzde 80’inde görülebileceğini gösteriyor. Bu etkiler, iklim etkileri nedeniyle güvenliği gittikçe artan oranda riske giren küresel tedarik zincirleri aracılığıyla ulusal sınırları da aşacaktır. ABD’de tedarik zincirlerinin doğal afetler nedeniyle maruz kaldığı yıllık maliyetler 2020’de 95 milyar ABD doları tutarındaki rekor seviyeye yükseldi. Bu maliyetler artmaya devam edecek. Örneğin McKinsey, küresel yarı iletken arzında (küresel teknoloji sektörü açısından kritik önem taşır) bir kasırga dolayısıyla görülecek bir çöküşün iklim değişikliği nedeniyle 2040’ta dört kata kadar daha büyük bir etki yaratacağını öngörüyor.
Gıda üretim sistemleri baskı altında
Gıda üretim sistemleri de daha fazla baskı altındadır. İnsan faaliyetleri dünya topraklarının zaten yüzde 75’ini değiştirmiş durumda ve şu anda tatlı su kaynaklarının neredeyse yüzde 75’i ekin ve besi hayvanı üretiminde kullanılıyor. Bugün dünyanın toplam kara alanının yüzde 25’i toprak niteliğini yitirmiş durumda. 1970’lerden bu yana küresel tarım ürünleri üretiminin yüzde 300 oranında artması nedeniyle toprakların niteliğini yitirmesi, küresel kara yüzeyinin yüzde 23’ünün verimliliğini azaldı.
IPCC’nin Arazi Özel Raporu (SRCCL), tarımsal arazilerde yaşanan toprak erozyonu hızının toprak oluşum hızından 10 ila 20 kat (sürülmemiş toprak) ile 100 katın üzerinde (geleneksel toprak sürme) daha yüksek olduğunu öngörüyor. Bilim insanları, büyük ölçüde sürdürülebilir olmayan tarım uygulamalarına bağlı olarak her yıl 24 milyar ton dolayında verimli toprağın kaybedildiğini belirtiyor. Bu eğilimin sürmesi halinde 2050’de dünyanın kara alanlarının yüzde 95’i toprak niteliğini kaybetmiş hale gelebilir. İklim değişikliğinin etkilerini diğer etkilerden ayıran çalışmalar, aşağı enlemlerde bulunan çoğu bölgede (mısır ve buğday gibi) bazı ekinlerin veriminin düştüğünü ortaya koydu.
Artan sıcaklıklar, gıda üretimini etkilemeye devam edecek ve 2050’ye kadar ısınmanın miktarına bağlı olarak tahıl maliyetlerini tahminen yüzde 29’u bulan oranlarda artıracak. Bu fiyat artışları, dünya genelinde tüketicileri etkileyecek ve özellikle düşük gelirli tüketiciler yetersiz beslenme riskiyle karşı karşıya kalacak.
Bir milyon hayvan ve bitki türü yok olma tehdidiyle karşı karşıya
İklim değişikliğinin ve toprağın niteliğini yitirmesinin bir sonucu olarak bir milyon hayvan ve bitki türü şu anda yok olma tehdidiyle karşı karşıyadır ve Biyoçeşitlilik ve Ekosistem Hizmetleri Hükümetler Arası Bilim-Politika Platformu’na (IPBES) göre bu tehdit, söz konusu türlerin insanlık tarihinde görülmemiş kadar büyük bir kısmı için sadece birkaç on yıl içinde gerçeğe dönüşebilir.
Bugün karaların sadece yüzde 15’i ve okyanusların yüzde 8’inin hemen altında bir kısmı bir tür ekosistem koruması altında. IPBES, ekosistemlerin kaybedilmesinin insan topluluklarının iklim etkilerine karşı daha savunmasız kalmasına yol açtığı sonucuna vardı. İklim değişikliğinin toprak kullanımı değişikliği, ormanların yok edilmesi, altyapı geliştirme, kaynak çıkartma, aşırı balık avlama ve kirlilik gibi iklimle ilgili olmayan baskı unsurlarıyla sürekli şekilde bir araya gelmesi, ekosistemleri ve insanların geçim kaynaklarını tehdit etmeye devam edecek.
İklim değişikliği şu anda Uluslararası Doğayı Koruma Birliği’nin (IUCN) Nesli Tükenme Tehlikesi Altında Olan Türlerin Kırmızı Listesi’nde yer alan en az 10 bin 967 türü etkiledi. Bramble Cay melomys (bir kemirgen cinsi), iklim değişikliğinin doğrudan bir sonucu olarak nesli tükendiği bildirilen ilk memelidir.
AR5’ten bu yana daha fazla sayıda araştırma, iklim değişikliğinden gerek güney gerekse kuzey yarı kürede hem ekonomik hem de sosyal açıdan en büyük zararı en fazla ötekileştirilmiş kesimlerin göreceğini tespit etmiştir. İklim değişikliği, dünyanın en savunmasız ülkelerinde yüzde 64 düzeyinde GSYİH kayıplarına yol açabilir ve iklim değişikliğinin etkileri, ötekileştirmeyi ve adaletsizliği daha da ileri boyutlara taşıyabilir.
Yeni yapılan araştırmalar, küresel ölçekte yoksul kentli nüfusun kırılganlıklarını göstermektedir. Bir araştırmaya göre, sera gazı emisyonlarının mevcut ivmeyle artmaya devam etmesi durumunda dünya genelinde 215 milyon yoksul kentli 35 °C’nin üstünde ortalama yaz sıcaklıklarına maruz kalacak. Bu, bugünkü değerlere kıyasla sekiz katlık bir artışı ifade ediyor ve sıcaklık kaynaklı ölüm riskini artırıyor.
Bilim insanları, “bileşik aşırı olayların” ısınan bir dünyada daha yaygın görüleceğini ve bu olayların büyük olasılıkla tek başına meydana gelen olaylara kıyasla daha fazla acıya neden olacağını belirtiyor. Bileşik aşırı olaylar, birden fazla sayıda iklim tehlikesinin (aşırı sıcaklık ve yağış gibi) aynı yerde aynı zamanda meydana geldiği, birden fazla bölgeyi aynı anda etkilediği veya bir dizi halinde sırayla meydana geldiği (genellikle ardışık olaylar olarak anılır) durumları ifade ediyor.
İklim tehlikeleri; kirlilik, habitat parçalanması ve çevresel bozulma gibi insan kaynaklı etkiler nedeniyle de bir araya gelebilir. Örneğin, eş zamanlı kuraklık ve yakıcı sıcaklık olaylarında artış, son on yıl içinde özellikle güney ve orta Afrika’da gözlemlenmiştir ve bu bileşik olayların etkisi, iklim değişikliğinin bir sonucu olarak daha uzun süreli olabiliyor. Başlangıçtaki bir sıcaklık artışı ardışık iklim etkilerini tetikleyebilir. Örneğin, toprağın neminin azalmasına neden olan sürekli yüksek sıcaklıklar bitkilerin büyümesini baskılayacak, bu durum da düşen yağış miktarının azalmasına ve dolayısıyla daha fazla kuraklığa yol açarak “geri besleme döngüsü” olarak bilinen durumun artmasına neden olacak. Kaliforniya’da son yıllarda kuraklıklar ve yakıcı sıcaklıklar yangınlara yol açmış ve bazı durumlarda bu olayların ardından ağır yağışlar ve toprak kaymaları görülmüştür.
Kıyılardan taşınma zorunluluğu
İklim değişikliği, aşırı hava olayları, göç ve çatışma arasındaki karmaşık bağlantıları inceleyen akademik literatür de genişledi. Sudan’ın Darfur bölgesinde yaşanan iç savaş çatışmaya bir örnektir ve araştırmacılar bu çatışmayı iklim değişikliğinin kötüleştirdiğini ve hatta tetiklediğini düşünüyor. 1983-84 yıllarında yaşanan bir kuraklık, 100 binden fazla kişinin ölümüne neden olan bir kıtlığa ve özellikle güney Darfur’a doğru bir ekolojik kitlesel göçe yol açtı.
İnsanlar farklı bölgelere göç ettikleri için etnik kutuplaşma bölgesel ahengi bozmuş ve çatışmayı tetiklemiştir. Göç, tek bir nedene bağlanamayacak kadar karmaşık bir konu. Bununla birlikte, araştırmacılar küçük ada ülkelerinin sahil şehirlerinin iklim değişikliği nedeniyle karşı karşıya kalacakları artan göç risklerine odaklandı. Bir tahmine göre, deniz seviyelerinin 0,3 ile 1,7 metre arasında bir değerde yükselmesi halinde 17 milyon ile 72 milyon arasında insan, kıyılardaki yerleşim birimlerinden taşınmak zorunda kalacak.
Uyum sağlama hayati önem taşısa da çok daha fazlasının yapılması gerekiyor
AR5’ten bu yana, uyum sağlama faaliyetlerinde devletler, işletmeler ve sivil toplum tarafından gerçekleştirilenleri de içeren bir artış görülmüştür ve bu faaliyetlerin çoğu, aşırı hava olaylarına karşılık olarak gerçekleştirildi. Örneğin, DSÖ ve Londra Tropik Tıp Okulu tarafından gerçekleştirilen ve AB Komisyonu tarafından finanse edilen bir proje, Avrupa’da afete müdahale anlayışından taşkınlar için risk yönetimine geçiş ihtiyacını ortaya koyuyor.
Risk yönetimi, daha iyi uyarı sistemlerini ve sağlık koruma önlemlerini de içeriyor. Ancak, tüm sektörlerde uyum sağlama seçenekleri bulunmasına ve bu seçenekler iklim değişikliği risklerini azaltabilecek olmasına rağmen, uyum sağlama konusunda mevcut sistemler üzerinde uzmanların ihtiyaç duyduğumuzu söylediği dönüştürücü nitelikteki değişiklikler yerine ağırlıklı olarak küçük değişiklikler yapıldı.
Uyum sağlama ile biyoçeşitlilik birbirleriyle yakından ilişkili ve doğa tabanlı çözümlerin (NbS) hayata geçirilmesi, doğa ve insanlara sunduğu katkılar için iklim değişikliğine uyum sağlama açısından ortak faydalar yaratabilir. Bununla birlikte, iklim etkilerini azaltma politikasının yerel olmayan tek türlü tarım uygulamalarıyla ağaçlandırma gibi düşük biyoçeşitlilik değerine sahip doğa tabanlı çözümleri teşvik etmesi halinde, bu uygulamanın getirileri ve götürüleri olabilir.
2021’de IPBES ve IPCC, “iklim değişikliğinin ve biyoçeşitlilik kaybının karşılıklı olarak güçlendirilmesinin, bu sorunlardan birinin tatmin edici şekilde çözüme kavuşturulabilmesi için diğerinin de göz önünde bulundurulması gerektiği anlamına geldiğini” tespit etti.
Uyum sağlamanın en iyi kanıtlanmış ortak faydalarından biri, kentlerde doğa tabanlı ve yeşil altyapıya yatırım yapıldığında kent nüfusu üzerinde gözlemlenen gerek fiziksel gerek ruhsal anlamda olumlu etki.
Benzer şekilde bilim insanları da mangrovların dünya genelinde 6 milyar ton karbonu depoladığını, mangrov ormanlarının eski haline döndürülmesinin taşkınlara karşı koruma sağlayacağını ve bu sürecin maliyetinin geleneksel yöntemlerle tasarlanan deniz seviyesi koruma çalışmalarına kıyasla iki ila beş kat daha düşük olduğunu tespit etmişlerdir. Bunun bir sonucu olarak aralarında Endonezya, Hindistan, Bangladeş ve Sri Lanka’nın da bulunduğu birkaç ülke, uyum sağlama için mangrov ormanlarının eski haline döndürülmesine yatırım yapıyor.
Bilim insanları, iklim değişikliği etkilerinin maliyetlerini tahmin etme konusunda önemli ilerleme kaydetmiş ve uyum sağlamanın zamanında yapılması halinde maliyet etkin bir süreç olabileceğini tespit etmişlerdir. Yakında yayımlanacak IPCC raporu muhtemelen bunu yansıtır nitelikte olacaktır. Ancak rakamlar hâlâ ciddi farklılık göstermektedir ve şu anda söz konusu etkilerin maliyetlerinin AR5’te belirtilenden çok daha yüksek olduğu düşünülüyor.
Uyum sağlamanın faydalarına (ve kritik eşiklerin teşkil ettiği tehdide) rağmen şu anda iklim finansmanının büyük kısmı etkileri azaltmaya yönlendirildi ve gelişmekte olan ülkelere aktarılan paranın miktarı ile ihtiyaç duyulan miktar arasında büyük bir finansman açığı (özel ve kamu) vardır.
Gelişmekte olan ülkelerin tahmini uyum sağlama maliyetleri, güncel kamu uyum sağlama finansmanı tutarından beş ila 10 kat daha yüksektir ve uyum sağlama finansmanı açığı yüksek ısınma seviyelerinde daha da artmaktadır. WGII raporunun uyum sağlama için özel sektör finansmanına erişmesinin önündeki temel engellerden bazılarını ele alması bekleniyor. Bu engellerden biri de, özel yatırımların gelirlerin en yüksek, risklerin ise en düşük olduğu fırsatlara yönelme eğiliminde olması gerçeğidir. Dolayısıyla yatırımların, uyum sağlamaya en fazla ihtiyaç duyan ve en savunmasız gelişmekte olan ülkeleri ve piyasa dışı sektörleri hedef alması pek olası değildir.
Uyum sağlama, şu anda yaşamakta olduğumuz iklim etkilerine karşı gerekli bir çözüm olmakla birlikte önceki IPCC raporları uyum sağlamaya ilişkin sınırlandırmaların da altını çizmiştir. Paris Anlaşması, iklim değişikliğinin azaltma ve uyum sağlama yoluyla önlenemeyen ve iklim eyleminin üçüncü sacayağı olarak kabul edilen etkilerine atıfta bulunuyor.
AR5 WGII raporu, uyum sağlamanın “katı” (biyofiziksel, kurumsal, finansal, sosyal ve kültürel) ve “yumuşak” (teknolojik ve sosyoekonomik) sınırları ile ilişkili kayıp ve hasarları ele aldı. Örneğin, Gelişmekte Olan Küçük Ada Devletleri’nin (SIDS) yükselen deniz seviyelerine ne ölçüde uyum sağlayabilecekleri konusunda katı fiziksel sınırlar söz konusu ve bu devletlerin iklim değişikliğine karşı savunmasız oluşu, büyük olasılıkla bu ülkelerden zorunlu göçe yol açacak.
Türler ve ekosistemler söz konusu olduğunda ise bireysel organizmaların iklimdeki değişikliklere uyum sağlama konusundaki fizyolojik kapasiteleri açısından katı sınırlar olabilir. Sosyoekonomik engeller, genellikle en yoksul ve en savunmasız insanların uyum sağlamalarına engel olur. SR1.5, bu tanımlar üzerine bina edilmiş ve hem 1,5 °C hem de 2° C’lik küresel ısınma senaryoları kapsamında ısınmanın etkileri açısından yumuşak ve katı uyum sağlama engellerini değerlendirdi. Yakında yayımlanacak AR6 raporunun odak noktasının, kayıp ve hasara yanıt vermede eşitlik ve adalet konusu olması bekleniyor.
Hiçbir şey yapmamanın maliyeti
Uyum sağlama ihtiyacı ve uyum sağlamanın başarıya ulaşması, etkileri azaltmayı ne ölçüde başardığımız ile yakından ilişkili. AR5 WGII raporu, etkilerin toplam riskinin iklim değişikliğinin hızını ve büyüklüğünü sınırlandırarak azaltılabileceğini ve bunun da gereken uyum sağlama sürecinin kapsamını azaltacağını vurguladı. Yapılan araştırmalara göre, sıcaklıkların sanayi öncesi dönemlerin ortalamasına kıyasla 2 °C yerine 1,5 °C yukarıda tutulmasının başarılması halinde kişi başına düşen GSYİH 2100 yılına gelindiğinde yüzde 5 daha yüksek olacak ve küresel ısınmayı 4 °C yerine 2 °C ile sınırlandırarak 2100’ye kadar her yıl 17,5 trilyon ABD doları tasarruf sağlanabilir. Buna karşılık ısınmayı 1,5 °C ile sınırlandıramamak, maliyeti çarpıcı bir biçimde artırıyor. Hiçbir şey yapmamanın yıllık maliyeti 2010 yılında 1,3 trilyon ABD doları iken 2020’ye 5 trilyon ABD doları seviyesini aşmıştır.
Buna göre; uyum sağlamanın gerekli olduğu açık ve ısınmanın daha büyük boyutlara ulaşmasıyla uyum sağlamak daha zor ve hatta imkansız hale gelecek. İklim değişikliğinin ve aşırı hava olaylarının yol açtığı ekonomik hasarın boyutları şu anda da ciddidir: Orta Amerika ülkelerinde 2010’da iklim etkilerinin maliyeti, Guatemala için GSYİH’nin yüzde 2,9’uyken Belize için yüzde 7,7’si oldu; Pam Tropik Siklonu, 2015’te Vanuatu’nun tarım sektöründe GSYİH’nin tahmini yüzde 64,1’ine karşılık gelen kayıp ve hasara yol açarken Maria Kasırgası 2016’da Dominika’nın GSYİH’sinin yüzde 224’üne karşılık gelen kayıp ve hasara neden oldu. Tüm dünya nüfusunun neredeyse yarısı, şu anda yılın en az bir ayı boyunca potansiyel olarak su kıtlığının olduğu bölgelerde yaşamaktadır ve bu rakam, 2050’ye gelindiğinde 4,8 milyar – 5,7 milyar civarına yükselebilir.
WGII raporunun, etki azaltma ve uyum sağlama eylemlerinin hayata geçirilmesinde yaşanacak bir gecikmenin sürdürülebilir kalkınmayı nasıl tehdit edeceğini ele alması bekleniyor. Çünkü iklim değişikliğinin etkileri ve bu etkilere verilecek yanıtlar, sosyal-ekonomik refah ve çevrenin korunması ile yakından ilişkili. İnsan kaynaklı iklim değişikliği tarımsal verimlilikte düşüşe, su kıtlığına, gıda güvenliğinin riske girmesine, geçim kaynaklarının azalmasına ve kitlesel göçlere yol açabilir ve etkileri herkes tarafından eşit düzeyde hissedilmeyecek. İklim değişikliğinin aşırı yoksulluk yaşayan insan sayısını 2030’a gelindiğinde 32 milyondan 132 milyona çıkaracağı öngörülüyor. Günümüzde dünyanın en zengin ülkeleri ile en yoksul ülkelerinin ekonomik çıktı miktarları arasındaki fark, küresel ısınma olmasa gerçekleşecek rakamdan yüzde 25 oranında daha fazladır. İklim değişikliğiyle emisyon miktarlarını küresel olarak azaltma yoluyla mücadele edilmemesi halinde küresel gelir eşitsizliğinin küresel gelirlerdeki düşüşlere bağlı olarak genişleyeceği öngörülüyor.